50 yıl önceki bir kar kırmızılığı
kancık kancık esen bir rüzgarın soğuğu ile döndük okuldan evlerimize...
İsmail DETSELİ
Hafızamı şöyle yokladım; sanırım 1955 yılı idi… bir cumartesi öğleden sonra lodostan kancık kancık (köylüler yağmurdan kardan önce esen boz yele böyle derler) esen bir rüzgarın soğuğu ile döndük okuldan evlerimize.
O yıllarda cumartesi günleri okullarda ve resmi dairelerde öğleye kadar çalışma ve ders yapma vardı. Bu cumartesi çalışması uzun yıllar önce kaldırıldı ülkemizde ve haftada 5 günlük mesai kabul edildi.
Bu işi böyle belirttikten sonra yine yukarıdaki konumuza dönelim bakalım neler olmuş o yılın kışında…
Bizim köydeki evimize okul çok yakındı. Gideceğimiz yol öyle çok düzgün değil, inişli çıkışlı, çukurlu tümsekli bir yol ama okula köyün diğer uzak mahallerinden gelenlerine göre ben çok şanslıyım… Onlardan en az yarım saat daha fazla uyuyorum, onlar kadar yorulmuyorum, soğuklarda üşümüyorum, böyle bir yakınlık avantajım var.
Gelelim o gün, yani cumartesi gününe… Okuldan akşamüzerine doğru eve geldik, o yıllarda öyle çok ve sürekli karlar yağardı ki olsa o kadar olur... Yine o alışık olduğumuz karlardan bir daha yağmaya başladı yani esen rüzgârın meyvesi kar olarak dökülmeye başlamıştı. Yine böyle bir şubat ayı sonlarıydı. Kar öyle bir yağıyordu ki sormayın; ince ince aldırmış daha sonraları lapa lapa yağmaya başlamıştı ki akşam namazından sonra yemeklerini yiyen köylüler mecburi damlarına dolan karları kürümek ve sabaha kadar daha çok olacağını düşünerek gece de olsa kürekler ile kürüyüp evlerine indiler.
Pazar sabahı olmuştu, insanlar yataklarından kalkınca yine baktılar ki damları karlar ile dolmuş; en az 60-70 cm kar vardı. Yine elbiselerini kabaca giyip damlara çıktılar, o biriken karları da kürüyüp indiler ve ocakta pişmiş olan tarhana çorbalarını ve undan pratik yapılmış etli bulamaçlarını yiyip ahırlarındaki mallarını yemlediler… Kar durmadan bütün yoğunluğu ile yağmaya devam ediyordu.
Tekrar kürekler ellerde sokaklara çıkıp mallarını köy ortak çeşmesine suya götürebilmek için zorla da olsa patika yollar açtılar artık öğleden sonra olmuştu ikindiye doğru insanlar hiç dinlenemeden yine karla dolan damlardan karların atılması gerekiyordu sanki gök delinmiş durmadan kar yağıyordu. Yine damlara analar, babalar, ağalar, abalar hep beraber çıkıp karları damlardan atıp indiklerinde ellerini hufluyorlar, yanakları kıpkırmızı olmuş, soğuktan ayakları donmuş, vücutları tir tir titriyordu. Hepsi sanki canlarından bezmişlerdi. Hatta bazıları soğuğun şiddetinden sanki ağlıyordu. Bu sefer artık onları üşüten soğuk tipi gittikçe azgınlaşıyor, yerdekini göğe, göktekini yere savurarak canlıları boğucu, sokağa çıkılmaz bir ortam oluşturuyordu.
Rahmetli babam evimizin kuzeye bakan ama zaten pek de sağlam olamayan pencerelerine yastık minder ne varsa tıkıyor, ama o şiddetli soğuğun titrettiği ve savurduğu kar zerreciklerinin evimizin içersine girmesini bir türlü önleyemiyordu.
Bir de kendisinin ve aile efradımızın bu şiddetli kışta evde oluşumuza şükredip ellerini semaya kaldırıp “Allah’ım yolda belde olan yolculara, düşkünlere, evsizlere, sokakta kalmış kimsesizlere, dağlardaki kurda kuşa sen yardımcı ol. Onları afatı semadan, afatı araziden sen koru yarabbi” diye anam rahmetli ile dudaklarını kıpırdatıp ellerini yüzlerine çalarken bir acı ifadeyle bizleri süzüyorlardı.
Bu arada anam rahmetli “aman guzum aşağıdan odun getirin, sobamızı durmadan yakın, hastalanmayalım. Burası mahrumiyet yeri. Doktor yok, ilaç yok, şehre gitmek güç, Allah muhafaza. Amanın üzerinize eski beki giyinin üşütmeyin” diye uyarıyor üzerimize adeta kol kanat geriyor. “Valla pisipisine ölür gideriz kendimize iyi bakalım” diye hayıflanıyor ve evde bulunan yorgan kilim ne varsa üzerimize örterek o yokluk yıllarına rağmen bizlere kol kanat geriyordu. “Allah korusun şehir şamatın (dile gelen ifade) yolları kapalı bakalım kaç ay sonra açılır belli olmaz” diyordu.
Gece yatırken üzerimize kilim keçe ne varsa örtüyor zaten öyle çok sağlam elbiselerimiz yok aile efradını soğuktan koruyabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı ana babamız.
Dışarıdaki hava halen o şiddetli soğuk yapmaya devam ediyor adeta ölüm kusuyordu en az 50-60 cm geniş taş duvarlardan içeri bile soğuğun tesiri ile karlar içeri sızıyor sanki eve kar taneleri yağıyor gibiydi.
Dışarı bakan penceremizin azıcık açık kalan yerinden babamızın dikkatinin dağıldığı bir sırada yavaşça korkarak dışarı bakınca, yerdeki karların rüzgârın önünde uçarcasına kaçışını görüyor, bizler de evde olup sobamızın yandığı sıcak bir ortamda olduğumuza şükrediyorduk.
Artık karanlık çökmüş akşam oluyordu… Daha ikindiden kararmıştı hava kıştan dolayı, mallar yine yemlenecek ve sulanacaktı. Bizim varımız yoğumuz onlardı, onlarsız köylü düşünülemezdi.
Anamın sesi duyuldu.
“Gara guzum ısmaylım hadi idareyi yakıp fenerin içine koyalım da sen bana ışık ediver (idare gaz ve fitil ile yanan çok cılız ışık veren bir aygıt)… Ben de ahırdaki öküz eşek ve davarları yemleyim de gelelim, aban da ili duru bir şeyler yapsın sobanın üzerinde (yemek) yiyelim erkenden yatalım guzum olur mu?”
Babam zorda olanların Allaha sığınmaları ve yüce Allah’ın herkese yardımcı olması için namazlarının ardında pısır pısır dudaklarının arasından dua ederken, biz de annem ile ahıra indik. Evde esintiden zor yanan fenerin içindeki kandil ahırda daha güzel yanıyor ve hiç sönmüyordu, çünkü ahır çok sıcaktı. Kandilin sık sık sönmesi fazla kibrit harcama demektir, onun için söndürmemeye dikkat ederdik. O zamanlar köyde kibrit demezdik, bizler ispirte derdik öyle öğrenmiştik.
Annem öküz ve eşeklere saman ve üzerine kurumuş meşe yaprağı (yem olarak) verdikten sonra koyun ve keçilerimize de kuru çayır otundan bükülerek hazırlanmış burma (bükülmüş kuru ot sarması) doğradı. Tam eve çıkacaktık evin soğuğundan yılmışım sanırım ben “ana” dedim. “Bu ahır çok sıcacık ne olursun ben eve çıkmayayım bu öküzlerin nefesinin sıcaklığında öküzlerin batmasında (yemlik) yatayım” deyince anam “olmaz guzum ben seni burada nasıl bırakırım ben senin üzerini iyice örterim üşütmem korkma” diye beni alıp eve çıkardı. Ablamın tencerede pişirdiği top yumurta ve patatesleri soğan ve peynir ile karıştırıp sobanın üzerinde ısıttığımız bazlama ekmeklerin arasına sıkma yapıp, erik hoşafı ile iştahla yedikten sonra namazları kılıp yorganların altına sokulup yattık. O dışarıda evleri bile yıkacak derecede esen tipi insana ve bizim çocuk ruhumuza bir ürperti veriyor, adeta eve korku saçıyordu. Benim ise aklımda hep pazartesi sabahı okula nasıl gideceğim düşüncesi vardı.
Okulun evimize yakın olmasına rağmen hep bunu düşünüyor, bu ahvalimi de hasta olan babamdan ziyade anacığıma hissettiriyordum. O ise “korkma sen guzum zaten okul yanın ben seni sırtımda yine götürürüm” diyordu.
Artık sabah olmuş kar durmuş ama tipi bütün şiddeti ile devam ediyordu. Sabahı güç yaptık, soğuğun uğultusundan ve çocuk ruhumuza verdiği korkudan. Pazartesi sabahı olmuştu okullar tatil edilebilirdi ama bunu duyurmak ancak insan vasıtası ile, yani köy tellalının ilanı ile olacaktı. Tellal da ihtiyar adamdı, yani sabahın erken vaktinde bu tatil halka duyurulamamıştı. Merkezi yerdeki evimizin penceresinden dışarı baktığımda çocukların kimileri kendi imkânları ile ara sokaklardan karla bata çıka geliyor, kimileri ebeveynleri ile geliyor. O talebeler sırtlarında analarının basit bezden diktiği bir iple boyunlarına asılan kitap, defter, çantalarından adeta bezmişler… Bazıları soğuğun şiddetli yakıcılığında sanki ağlıyordu. Kiminin battığı karın içersinde o yarım lastik pabucu kalıyor, bir de karı deşerek onu bulmaya çalışmaları… Başında yine anacıklarının bezden dikip korunması için başına giydirdiği takkeler, sırtta doğru dürüst koruyucu elbise yok, bir de gelenek haline gelmiş olan okulda ısınmak için evden taşınan bir parça odun olması ( her talebe bunu hergün getirmek mecburiyetinde idi.) Kara saplananlar, düşüp kalkanlar, ağlayanlar, “dondum anam” diye bağıranlar ve battığı yerden kendini alıp kalkamayanların donup kalması için yeterliydi zaten.
Herkes bir can derdine düşmüş, bir çaba içersinde idi. Biz de anamla beraber yola çıktık ve az giderken benim de sırtında olmamdan dolayı anam da bir kar sürgününün doldurduğu çukura batıverdi. Hayli uğraştı, çıkamıyordu…
Pencereden bizi seyretmekte olan babam hasta olmasına rağmen bütün gücünü toplayarak yanımıza gelip, yukardan bize uzattığı bir sırık ile annemi ve beni çekip çıkardı. Zor-şer okula varabildik ve öğretmenlerden okul lojmanında oturan başöğretmen merhum Ali İhsan Demiralay hoca “çocuklar keşke gelmeseydiniz okulu bugün tatil ettik, evlerinize dönün. Yolda gelenler varsa da onlara da söyleyin gelmesinler bu gün okula” deyiverdi. O gün rahmetli anacığım çocuklarını okula gönderip de bir daha alakadar olmayan sorumsuz ailelerin çocuklarını kardan bataktan kurtarıp, evde ısıtıp evlerine göndermekle akşamı yaptı ve kendisi de hastalandı, ateşler içinde yatağa düştü. Ama bu yaptığı iyilik ve insanlıktan hiç pişmanlık duymuyordu.
Bizim köyümüzün yüksekçe bir höyüğün etrafında kurulmuş olması onu adeta bir kartal yuvası gibi gösterir ve bunun için köyün belirli çıkış yerleri vardır. Bizim evimiz de tam kuzeye bakan bir çıkışın ilk noktasını teşkil eder. Burası yazın poyraz esintisi ile serin olurken kışın da kuzeyden esen rüzgârla adama ürperti verir.
Yukarıharman mevkiinde evimizin önünde on bin metrekareyi geçkin bir düzlük var, o düzlük sabahları köyün sığır ve davar sürülerinin otlamaya giderken toplandıkları bir yerdir. O gün akşama doğru bu geniş alanda bir metreyi geçen karın üzerinde bir kızarma, kına gibi bir allık (kırmızılık) meydana gelmişti, sanki tavada bir yumurta kızartılmış üzerine de kırmızıbiber atılmış gibiydi karların üzeri buna benim gibi herkesler şaşırdı. Ben hemen bütün cesaretimi toplayıp zaten biraz biraz açılmış olan patika yolları aşarak köyün en bilgini saydığım öğretmenim Ali İhsan Demiralay’ı bu kırmızılığın olduğu yere çağırdım.
Kızartıyı gören öğretmen bey de hayretle yeleri inceliyor ve bir türlü buna bir anlam veremiyordu. O gün akşam olmuştu nihayet, soğuk şiddetini devam ettiriyordu. Üzerinde düşünmek sabaha bırakıldı ve sabah daha erken saatte köyün ileri gelen muhtarı, köy imamı, öğretmenleri ve meraklı köy halkı burada toplanmış, herkes bir fikir ortaya atıyor. Kimi “bunun altında bir büyük hayvan leşi var ondan bu kızartı oluşmuş” derken bir diğerleri ise “gökten kırmızı gar yağmış ellehem arkadaş hayret edilecek şey” diyordu.
Nihayet en tecrübeli olan köyümüzün eğitmeni merhum Durmuş Başişçi okulda olayı biraz kendi kendine analiz ettikten sonra öğleyin tekrar olay yerinde toplanan halka ve köy ileri gelenlerine şu izahatı yapıyordu. “Arkadaşlar bunda merak edilerek olağanüstü bir olay yok, bu büyük köy meydanı köylülerin küllük (çöplük) olarak kullandığı bir alandır. Buraya daima hayvanların altından alınan pislikler atılır, onun için burada bir sıkışma meydana gelmiştir.
İki üç gündür hiç hava aldırmadan yağan kar ve şiddetli esen kar tipisi yukardan basınçla burayı sıkıştırdıkça alttan buharlaşma, sıcak bir oluşum meydana getirmiş, bu da karların yüzüne bir kırmızılık olarak sirayet etmiştir” deyince herkes doğruluğunu onayladı ve meraktan kurtuldu. Bu önemli kış olayı da bizim zihinlerimizde böylece yer etti.