Akla gelmeyenler başa gelirmiş

Akla gelmeyenler başa gelirmiş

İnsanoğlunun her yaptığı iş mutlaka bir gün iyilikse de kötülükse de yapılış şekli ile karşısına çıkar.

İsmail DETSELİ

1980’li yıllarda Torosların zirvesinde eski bir muhtarın ağzından dinlediğim çok ilginç ve bir o kadar da düşündürücü, insanlar için örnek alınası bir yaşanmış hikâyedir bu...

İnsanoğlunun her yaptığı iş mutlaka bir gün iyilikse de kötülükse de yapılış şekli ile karşısına çıkar. Bu tür işler kişiyi ya güldürür ya da kahrından öldürür veya öldürmekten de beter eder.

Eski yıllarda dağ köylerinden birinde muhtarlık yapmış bir adam olan Sarı Hüseyin’in ağzından ilginç hikâyeyi dinlemeye hazır mısınız?

Yıl bin dokuz yüz elliler…

 Torosların zirvelerinde bir büyük köyün muhtarıyım. Bu koca köyün insanları beni adam bellemişler, bana değer vermişler ve köyün idaresi için muhtar seçmişler başlarına. Öyle ise o köyün her türlü ihtiyacı şehirdeki ilgili makamlara anlatılacak… Köyün arazisinin ve insanlarının korunması, namusu, algısı vergisi, öleni doğanı, her şeyi benden sorulacak; bunun pekala bilincindeyim.

 

Bir bahar sabahı idi. Yörükler atıyla, devesiyle, davarıyla, çadırıyla İç Anadolu yaylalarına doğru göçüşe devam ediyorlar; bu göçerlerin köy arazilerinden faydalanmada bazı hakları var. Bizler muhtar olarak bunun bilincindeyiz. Nedir o hakları? Bir köyün arazisinde dinlemek için 3 veya 5 gün kalma hakları var, daha fazlası o köyün ihtiyar heyeti ile pazarlığa tabidir.

İşte bir Yörük göçer, akşamla-ikindi arası köyün tam karşısındaki köylülerin bağının bahçasının ve meyve ağaçlarının olduğu sulak sırta bir çadır kurduğuyla akşam vakti davarı da yanına çevreleyip yatırıverdi. Yani otağını oturttu araziye. Muhtarlık odasından bakınca görülür Yörük çadırı. O gün sabahladı, ses etmedim… Bu sabah kalkar gider umudundaydım. Sabah oldu kalkmaz, öğle oldu kalkmaz, ikindi vakti oldu hala bir kıpırdama yok bizim yörükte.

 

Artık dayanamadım, köyün bekçisini çağırdım, “Oğlum git yörüğe söyle, bu gün orada gecelemesin, köylüler isyan ediyor. Bağ bahçe arasından çadırını davarını alıp göçünü sarsın, başka yere gitsin, bu emrimi tez ilet ona” dedim. Bekçi gitti, saatler geçti, vakit akşama yaklaştı. Bir de baktım nefes nefese gelen bekçi heyecanla “Ağa Yörük araziden kalkmayyor” dedi. “Nasıl kalkmaz ulen?” “Bilmem valla kalkmadığı gibi seni de heç pervazına dakmayyor, yani seni heç kazımayyor. Üstüne üstlük senin ne muhtarlığını bıraktı sövmedik ne de ananı avradını bıraktı ve en sonunda şöyle dedi: Gelsin o muhtar olacak herifse gendisi galdırsın beni buradan, dedi”… Ben adeta beynimden vurulmuşa döndüm. Ulen acaba bu bekçi doğru mu söylüyor yoksa hakikaten Yörük bunları söyledi mi diye aklıselim düşünmeden olanca sinirimle bekçiye bağırdım. “Get lan filan ile filan azalara söyle silahlansınlar, yanıma gelsinler, sen de silahını al tez yanıma gel” dedim. Az sonra hepsi geldiler çadıra doğru yürüdük, bu arada evdeki takarut marka tolu tabancamı da aldım yanıma, çıplak olarak belime soktum.

Tabi bu arada vakit geç oldu ortalık da garardı. Biz de 4 kişi çadırın önüne vardık. Geriden bir çadıra doğru baktım, Yörük beyi çadırın içinde orta direğin dibine yığdığı yatak yorganlara sırtını vermiş, goca pafun dabakadan tütünü cıgaraya sarmakla meşgul, çocuklar çevresinde oturmuş; kimi uyuklar kimi sayıklar. Yörük garısı da dışarıda çadırın önündeki taşlardan çevirdiği ocağın içersine yaktığı ateşin üzerine dışı eyice islenmiş simsiyah çaydanlığı koymuş, çay demleyecek; suyun gaynamasını bekliyor.

 

Çevreden topladığı çalılarla ateşi durmadan harlatıyor. (Yüksek ateş yakıyor aydınlık olsun diye.) Çadırın önüne vardık, dört kişi… Öbürleri hiçbir şey yapmadan ben elimdeki tabancamı çektim, ocakta kaynayan ağzı kapaksız çaydanlığın içine dört defa tetiği çektim. Mermiler isli çaydanlığı delip ateşe varınca ortalığı bir toz bulutu gapladı ki göz gözü görmez oldu… Beni sadece Yörük karısı görebildi. Ben “Lan terbiyesiz herif elimden bir gaza çıkmadan burayı hemen terk et” diyerek gürledim. Yörük herifi garısına “Hadi garı biz burayı gorku için değil de beladan gaçmak için terk edelim” dedi.

 

Ben ve arkadaşlarım başka ses etmedik, biraz gerilere doğru bir yamaca çekilip taşların arasına yattık… Bir saat içersinde Yörük çadırı söktü, yükü yükledi, davarını sürdü vardı, getti oralardan. Ardından baktım yersizlik çok kötü, bu belli emme adam da biraz adama benzemeli canım, benim avrada söğmeye ne hakkı var gidinin… Yine bizde galsın efendilik dedim yaptığımız işin de haneye tecavüz olduğunu biliyoruz, her ne gadar çadır da olsa nihayet yörüğün evi idi. Onlar gidince bize de iş galmadı evimize geldik. Aradan uzun yıllar geçti, Karaman’da bir işim oldu, şehre vardım. Çarşıda gezerken bir adam gördüm, aylardan güz günü idi. Adam paltosunun yakasını kaldırıp kulaklarını kapatmış, dikkatli baktım “Allah Allah ne tesadüf acaba doğru mu ki bu adam benim Mersin Silifkeli bir asker arkadaşım vardı ona benzeyyor”. Hemen ardından goştum, sırtına usulca dokundum “Lan Ahmat” dedim o da döndü beni bildi ve “Vay gardaşlığım Hüseyin bu ne tesadüf len” dedi. Birbirimize sarıldık gucaklaştık, hal hatır sorduk ve hemen beni evine davet etti. Emme benim acil yapılacak hökümet işim vardı, “gelemem gardaşlık emme sen evini tarif et belki bir gün boş olursam gelirim. Hani ne derler yol büke çamur çöke değil mi” dedim. Evi tarife başladı.

 

“Karaman galesini biliyon mu”, “eyi biliyom”, “işte galenin tam kuzayından ardına doğru gel, oralarda çok ev yok, bir boş arsa var, o arsanın ilerisinde yan yana yapılmış çatıları olmayan üç ev var. Hah işte üçüncü ev benim, bir gün mutlaka beklerim ehmal etme” dedi. “Nasıl oldu da yerleşik oldunuz siz len Ahmat” dedim? “Sorma gardaşlığım göçerken ağamın başına köylerde bazı işler gelmiş ağam “bu göçmenin sonu yok başımız belaya oğrayacak, hapıs damlarında çürüyecez, eyisi mi biz bu malı mülkü satalım yerleşik düzene geçelim” dedi. Biz de sözünü duttuk böyle oldu gardaşım. Zaman eskisi gibi değil bir alay p..şt p…z.k dolu” diye acizlendi. Ben de sözlerine garşılık “eyi olmuş gardaşlık” dedim tekrar sarılıp vedalaştık ayrıldık.

Aradan bir yaz geçti, kış bastı yine benim garamanda acil bir işim oldu. Şehre geldim, akşama gadar uğraştım çabaladım emme işleri bitiremedim. Baktım ertesi güne galacağız, otel parası vereceğiz, yemek içmek ortalık gış gıyamet, çok soğuk derken bir yıl gadar önce arkadaşım Ahmat ile gonuştuğumuz aklıma geliverdi. Çarşıdan biraz hediye aldım ve garaman kalesinin ardındaki arkadaşımın tarif ettiği yere doğru yörüdüm.

Dediği yerler tam çıkmıştı. Büyükçe bir arsa vardı ama 3 değil 4’te ev vardı, ben havanın loşluğunda üçüncü evin kapsını çaldım.

 

Bir adam çıktı, selam verdim. “Aleyküm selam” dedi. “Ağa şu isimli bir arkadaşımı aradım amma evini burada demişti yanlış geldim herhal böyle biri var mı burada” deyince. “Var arkadaş doğru geldin emme o daha eve gelmedi. Şimdilik bize buyur, o eve gelince aha şuracıktan geçer zaten görürüz pencereden, onunla gidersin arkadaşının evine” dedi.

Daha tam da akşam olmamıştı eve girdik “3. ev benim demişti Ahmat” dedim evet ama öndeki evi gösterip şurası yeni bu sene yapıldı deyince onunki bir geride kaldığını anladım.

Beklerken adam garısına “len garııı birer ağşam gayfesi yap da misafir ile içelim Ahmat gelene gadar” dedi. Bir müddet sonra gadın gayfeleri getirdi tepsi ile bana uzatırken yüzüme çok dikkatlice baktı ve kocasının gayfesini de verip dışarı çıktı. Ve az sonra gapıya gelip “goca az dışarı gelsene” dedi beğine. O da hanımın ardından dışarı çıktı. Garı benim de duyabileceğim bir ses tonu ile “bu adam kim bildin mi sen” diye sordu? Gocası “yoo bilemedim” dedi. Ben de bu konuşulanları kapı aralık olunca net olarak dinliyordum.

 

Gadının ses tonu biraz daha yükseldi ve “ulan saf goca filan köyde gece bizim çaydanlığa gurşun sıkan gidi muhtar bu yaaa” deyince ben tepemden vurulmuşa döndüm. Evden çıkıp gaçacağım, imkânım yok. Sonra semtin şehrin yabancısıyım, yer bilmem iz bilmem… Öylece dana gibi gala galdım evde. Yörük garısına şöyle dedi: Hizmette gusur etmek yok garı, hiç durumu bildirme misafire, gaşını da eğme giderken ona bir kelam laf ederim ben o da eğer insansa anlar.

 

Ve ardından şunları ekledi: Çok da muhtarı suçlamayalım hani o hain bekçide de gabahat vardır bakalım muhtara neler dedi de onu kışkırttı bilen mi var canım köpeoğlusu neler dedi kim bilir…

Ve geldi bir şey olmamış gibi yanıma oturdu.

Ben hiç konuşamıyordum, dilim adeta tutulmuştu. O sordukça soruyordu bir şeyler amma ben ne cevap verdiğimin farkında bile değildim. Nihayet ev sahibi pencereye uzandı geçmekte olan karaltıya seslendi. “Len bizim oğlan gel ekmeği bizde yiyelim Güllüye de (Ahmadın hanımı) ünleyiver. O da gelsin bir askerlik arkadaşın geldi bizeee” dedi.

 

Ben ise dışarıda garı ile gocanın konuşmalarını işittiğim için pek mahcup bir durumdayım, hemen onun bu sözüne itiraz edip “yok ağa sağ ol ben Ahmat gile gideyim yarın burada oturalım yiyip içelim” dedim. Hem de arkadaşım Ahmata “gelme Ahmat ben varıyorum” deyip onu durdurdum ve hemen acele kalkıp kapıdan çıkmak için yürüdüm ve gösterdiği ilgiden dolayı yörüğe teşekkür edecektim ki Yörük gocası “ay lan oturacaktın ecelen ne bee nerelisin bile dimedik daha yeni laflayacaktık” dedi. Ve sahi nerelisin sen diye sordu? Yanlış söylemek olmazdı çünkü Ahmat biliyordu nereli olduğumu. Doğru söyledim “ben filan köylüyüm ağa” dedim. Yörük elini çenesine koydu ve “öylemiii” dedi.

“Yahu o köyü sanki ben eyi biliyor gibiyim yanlış mıyım acaba” dedi? “O köyün bir muhtarı vardı eskiden gece vakti bir Yörük çadırına baskın yapıp çaydanlığını gurşunladıydı da yörükte güya gardaşının esker arkadaşı diye ona güvenerek bekçi ile haber gönderdiği halde iki çocuk bir gadın bir sürü davarı ile gece vaktinde dağlara kovalayan muhtarı sorarım sağ mı ki len” deyince. “Öldü ağa öldü o gidi sağdı da şimdi öldü. O akılsız gidi sağ emme o arabozucu ganı bozuk bekçisi öldü, deyyus geberesi” dedim. Ve hızla dışarı çıkıp az ilerde beni bekleyen Ahmadın yanına vardım, eğer karanlık olmasa etrafı bilsem koşar adım oraları terk edeceğim fakat yer yurt bilmiyorum.

 

Ahmadı görünce biraz içerim ferahladı el sıkışıp sarıldık hoş beş ettik ve evine vardık. Yemek yiyip çay içtikten sonra sohbete başladık. Oradan buradan konuşurken ben “yahu Ahmat nasıl oldu da yerleşik düzene geçtiniz siz yahu o dağları ve malları bıraktınız bu sizler için zor olmadı mı dedim?

Ahmat bir iç çekti ki sanki içersinde bir yangın vardı. “Sorma gardaş bu şeher yerlerinde yaşamak çok zor, hava yok, su yok, iş yok. Biz alışmışız dağların yaylaların özgürlüğüne buralarda hapısta gibiyiz emme bubam bildiğim hiçbir zaman saygıda gusur etmediğim ağam ile ayrı çıkmıştık birkaç yıl önce göçe. Onlar senin köy tarafına doğru vardı. Ben ise ovaya doğru gettim. Ağam bilmem yanlış kondu bilmem doğru kondu bir köyün karşısına iki günlüğüne konaklamış. Ama köyün bekçisi gelip gece vakti kalkmasını söylemiş ağam “oğlum muhtara söyle ben zilifkeli filan adamın gardaşı ağasıyım. O buralarda bir muhtar söyledi adı da filan (Sarı Hüseyin) olacak yanılmadıysam. Ona güvendiğimiz için biz buradayız, iki gün kalıp gideceğiz. Get muhtar beye böylece söyle” demiş. Ama daha aradan1 saat bile geçmeden üç dört tane silahlı adam gelmiş çadırı basmışlar. Vermişler çadırın gapısında ocakta gaynamakta olan çaydanlığa gurşun yağdırmaya… Ağam da pek öyle şeylere bel vermez, onların hepiciğini orada gurşuna dizer bir şey de ilazım gelmez emme ev basmak ne dimek… İşte gine bir saflığı ve sakinliği dutmuş ve abama (yengesi) hadi garı ar belası buradan beladan gaçalım deyip güçlükler çekerek gece vakti o huduttan getmiş. Göçten geri döndü bana. Ulan gardaşım Ahmat bu malları satıp bu Zilifkeden göçelim yerleşelim… Bir böyük şehre herkes doydu da şeher yerinde biz mi doymadık aç mezerimi (mezarı) var ülen dedi. Ben de garşı goymadım o yüzden mecbur galdık buralara yerleşmeye. Bir densiz şerefsiz köy muhtarı gidinin yaptığı bu baskın bizleri böyle irezil etti işte gardaş” demiş.

Ahmadın acınması ise bilmeyerek bu suçun sahibi olan muhtar arkadaşını derinden yaralamış ve Sarı Hüseyin sabahı uykusuz etmiş arkadaşını evinde. Sabah erkenden kalkıp köyünün yolunu tutmuş sonra bir daha da arkadaşı Ahmat ve onun ağası ile görüşmeyi istememiş. Onlar da muhtarı aramamış “demek ki işin farkına varmışlardır” dedi. Köye gelip o yalancı bekçiden bu sözlerin acısını çıkarmayı çok istedim amma ne var ki bekçi toprağın altında idi. Bu hal benim içerimde bir dert oldu mezara kadar bu dert benimle gidecek dedi, hikâyeyi bitirdi. Ben de size böylece aktarmış oldum… Saygı ile…