Alaaddin Seyran Köşkü
Konya, eski kentler arasında Selçuklular'ın en hızlı imar ettikleri ve bir anda denecek kadar hızla yepyeni görünüm kazandırdıkları bir merkezdir. Eski doğu uygarlıklarının yuvarlak kentlerini andıran bir çekirdeği olsa gerek.
Haçlılar l I90'lı yıllarda buralara geldiklerinde Konya'yı, o günün dünyası için adamakıllı büyük ölçüler olan, "seksen bin nüfuslu ve Almanya'daki Köln'e benzer bir kent" şeklinde tanımlamışlardır.
Anadolu Selçukluları'nın kültür merkezi ve esas başkenti haline gelen Konya'da, bu eski Hitit kentleri gibi yuvarlak planlı şehrin ortasında, Alaaddin Tepesi denen höyüğün kuzey eteğinde, yine yuvarlak planlı iç kalede, bugün ancak taş kaide parçası üzerine oturan tuğla örgülü duvar kısmı ve iki konsolu kalmış bulunan bir kalıntı görünmektedir. İşte bu, Selçuklular'ın ünlü Konya Sarayı'nda, Sultan II. Kılıç Aslan'ın l 190'1ı yıllarda yaptırdığı, daha sonra torunu l. Alaaddin Keykubad'ın onartıp genişlettiği Seyran Köşkü'nün kalıntısıdır!
Zamana, cahilliğe, vefasızlık ve açgözlülüğe karşı inatla direnerek adeta buradaki sarayın varlığını kanıtlamaya çalışan bu köşk kalıntısı, 900 yıllık bir geçmişin izlerini her gün bir parça daha yitirmektedir. Yazıtındaki "Ulular ulusu, sultanlar sultanı, Arap ve Acem sultanlarının efendisi, dünya ülkelerini yenileyen, Allah'ın kelamını meydana çıkaran, din ve dünya sultanlarının övünç kaynağı, delillerle gerçeğin yardımcısı, mazlumları zalimlerin pençesinden kurtaran Şehinşah el-azam Ebu'l feth Kılıç Aslan" ibaresine göre kurucusunun Kılıç Aslan olduğu anlaşılmaktadır.
Bugünkü Türkiye'nin temellerini atan, doğu ile batıyı birbirine yaklaştırarak yeni bir kültür ortamı yaratan Selçuklu sultanlarının ve gelişmesini sağladıkları toplumsal kişiliğin simgesi olan Alaaddin Köşkü ve daha nice Selçuklu yadigârı bu başıboşluğu, bu ihaneti hak etmiş miydi?
Selçuklu sultanı, büyük devlet adamı Alaaddin Keykubad'ın Alaiye'yi (Alanya) fethettiğinde, "Bu sert kayalar üzerine öyle bir kale yapalım ki engin ve keskin düşünce onu görmekten şaşkınlığa düşsün, milletlerin seçkinleri sultanlar arasındaki farkı görsün ve kalacak olan o hatıradan bizim bilgimiz ve yeterliliğimiz hakkında bir sonuca varsın" dediğini Selçuklu tarihçisi İbn-i Bibi, Selçukname'sinde yazmaktadır. Bugün Alaaddin Köşkü gibi yok olmaya bırakılan pek çok Selçuklu anıtı karşısında Alaaddin Keykubad'ın dünyaya ve bayındırlığa hangi anlayış ve görüşle baktığını yansıtan bu derin anlamlı sözler, içimizi sızlatıyor, başımızı yere eğdiriyor.
Alaaddin Köşkü'nün geçirdiği evreleri, neleri temsil ettiğini gözden geçirirsek, şimdiki durumun acılığını daha iyi kavrarız: Yüksekliği 21 metreyi bulan Alaaddin Tepesi'nde yapılan kazılar, buranın M.Ö. 2000 yıllarına kadar uzanan Bakır Çağı kalıntıları, bunların üzerinde Frig, Klasik Yunan, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı yerleşmelerinin izlerini barındıran bir höyük olduğunu göstermiştir. Ortaçağda höyüğün üzerine kurulan varlıklardan, Alaaddin Camii, sultan türbeleri ve sözünü ettiğimiz köşk kalıntısı bugüne ulaşabilmiştir. Bunların kurucularının kültür ve sanata olan ilgileri hakkında İbn-i Bibi Selçukname'sinde şöyle söz etmektedir: Selçuklular, kültür ve edebiyat adamlarını yoksulluk vadisinden ve çölünden kurtarıp onların yüzünü, dünyayı aydınlatan güneş gibi ağartıp, her isteklerini, kalbi temiz kimselerin duası gibi geçerli kılarlardı.
Selçuklular'ın zengin kültür hazinelerini barındıran Konya, yüzyılı aşkın süre önce çeşitli batılı ve yerli gezginlerin uğrak yeri olmuştu. Bunların en önemlilerinden Charles Texier, Konya'da sultan saraylarının kalıntılarını gördüğünü, bunun İstanbul'daki eski saraylara benzediğini kaydederek, ayrı ayrı binalarla bir kompleks oluşturulduğunu anlatmaktadır. Texier, Konya'da bulunduğu sıralarda üzeri nakışlarla süslenmiş ve Konya saraylarından koparılmış ahşap kaplamalardan söz eder ve çizdiği resimlerini verir. Bu boyalı ahşap kaplamaların nakışlarında altın yaldız kullanıldığını, ahşap üzerindeki stalaktitli kornişlerin l6.-l7. yüzyıllarda Osmanlı saraylarında, örneğin Topkapı Sarayı Bağdat Köşkü'nde görüldüğünü belirtir. Bir diğer tavan parçasının ise 17. yüzyıl örneklerine benzediğini, bu nedenle bu nakışlı ahşap parçalarının Osmanlı onarımlarıyla geliştirilen Alaaddin sarayına ait olabileceğine dikkat çeker.
19. yüzyılda Anadolu'ya gelen batılılardan Leon de Laborde, Kont Helmut von Moltke, Alaaddin Tepesi'ndeki yapıları görmüş, çeşitli yıllarda yayımlanan seyahatnamelerinde saraya ait bilgiler vermiş, çizdikleri resimleri basmışlardır. Leon de Laborde'un 1836'da Paris'te iki cilt halinde yayımlanan Voyage de l'Asie Mineure adlı seyahatnamesinde Anadolu kentlerinin manzaraları, Türklere, Türkle'rden önceki devirlere ait anıtların renkli kalemle yapılmış tabloları yer alır. Konya'da Alaaddin Tepesi'ne ait resimler de bunlar arasındadır.
Konya Kalesi hakkında Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde Mesud oğlu Sultan Rükneddin Kılıç Aslan'ın bir eyvan ve divanhane yaptırdığına işaret eder. Alaaddin Tepesi'nde çalışmalar yapan Ahmed Refik, Büyük Umumi Tarih kitabında köşkten ve saraydan ayrıntılı biçimde söz etmektedir. Konya Köşkü hakkında en geniş bilgi Friedrich Sarre'nin Der Kiosk von Konia adlı kitabında verilmiştir. Daha sonra bu kitap 1967'de çeşitli eklemelerle mimar Şahabeddin Uzluk tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.
Osmanlı çağında da, Konya ve Larende (Karaman) illerinde baş gösteren ayaklanmalar üzerine 1468'de Fatih Sultan Mehmed'in yolladığı güçler bunları bastırmış, Konya Kalesi'ne Osmanlı bayrağını çekmiş, bundan sonra tam anlamıyla bir Osmanlı beldesi olan Konya'nın idaresi, Fatih'in küçük şehzadesi Cem'e verilmiştir. Cem Sultan babasının adına Konya Kalesi'ni onartmış; kent, Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli eyaletlerinden birinin merkezi olmuştur. Konya saray ve köşkleri, 19. yüzyılın ilk yarısına kadar büyük ölçüde ayakta kalabilmiş, sonra düzensiz ve bilgisiz gelişmeler Türkiye'de yayılmaya başlayınca bunlardan da nasibini almış, 20. yüzyılın ilk yarısına harabe olarak ulaşmışlardır. Seyran Köşkü'nün Alaaddin Tepe eteğinde bugün can çekişen zavallı kalıntısı, bunlardan kalan son izdir.
Charles Texier, sarayın kendi zamanındaki (1833-37) tahribini şöyle anlatmaktadır: Konya paşaları şehrin ortasında bir çeşit akropol oluşturan bu sarayı taş ocağı haline getirmeyi düşündüler ve taşlardan, mermerlerden, süslemeden ne koparabildilerse aldılar ve saray öyle bir tahrib oldu ki, bugün acıklı yıkıntı manzaradan başka bir şey göstermemekte; ilk şeklini tanıyabilmek hemen hemen imkânsız bulunmaktadır." [Texier 2, 148.]
Yapının yavaş yavaş yıkılması nedeniyle çiniler ve alçı kabartmaların çoğunun satışa çıktığını ve bu malzemenin Avrupa müzelerine ve özel koleksiyonlara dağıldığını F. Sarre özellikle belirtmektedir. Şehabettin Uzluk, Konya Köşkü'nün yıkılmasını J. Strzygowski'ye dayanarak şöyle anlatmaktadır: M. Cevat Bey'in valiliği (1905-1908) yıllarında birçok kimse ve makamın köşkün tahribinin önüne geçilmesini istemelerine karşın hiçbir sonuç alınamamış, hatta bu konuda talepte bulunanlara 'merak etmeyin, ben size 200 altın lira ile daha iyisini yaptırırım' denilmiştir! İ. H. Konyalı Konya Tarihi başlıklı kitabında bu konuda, "1907 yılında Rızo isimli Rum bir mühendisin onarım bahanesiyle köşkün alt kısmın kazdığını, bundan etkilenen eyvan ve duvarların çöktüğünü, çini yazıtın bir kısmının o sıralarda köşk yakınında ikamet eden Alman konsolosu Dr. J. H. Löytved tarafından alınarak Almanya'ya götürüldüğünü" belirtmektedir. Löytved'in, Konya'da konsolosluk yaptığı sırada Deutsche Bank ve Diskonto Gesellschaft sponsorluğunda Konya'yla ilgili 150 nüsha bir kitap bastırılmıştır. Kuşe kağıda bastırılan, özellikle Alaaddin Köşkü'nün resim ve yazıtlarını içeren kitapta Arapça metinler Fransızca çevirileriyle verilmekteydi.
Alaaddin Köşkü'nün, çoğunluğu bugün Berlin İslam Eserleri, Paris Louvre, Londra Victoria and Albert, Stockholm müzeleri ile bilinmeyen pek çok özel koleksiyonda bulunan çini ve alçı kalıntıları, işte böyle hazin bir serüvenle yurtdışına dağılmıştır.