Ali IŞIK yazdı: RAMAZANA DAİR…

Ali IŞIK yazdı: RAMAZANA DAİR…

Ali IŞIK yazdı: RAMAZANA DAİR…

 

Ramazanın oruç ayı olduğunu öğrendiğim yılı hatırlamaya çalışıyorum. Ne kadar zorlasam da, hafızam beni ancak, “betonsal dönüşüm”e kurban verdiğimiz Hacıkaymak’taki mütevazı baba ocağına götürebiliyor. Daha ilerisi?.. Yok… İlla Hacıkaymak’taki güherçile ocağı, genişçe bir giriş –babacığım belli ki evin üstüne çıkabilmeyi umut etmiş- iki oda, bir mabeyn, banyo ve mutfaktan oluşan 90-100 metrekarelik ev. Tuvalet, diyorsanız; kanalizasyon yokluğundan, naçar, bahçeye nakledilmişti. Dokuz on metre derinliğindeki çıkrıklı bir su kuyusuna sahip bir evlek gelir gelmez bir de bahçe…

Annem, iftara yakın saatlerde hep kuzine başında… Çarşı ekmeği bize lüks olduğundan varsa yoksa çörek yahut bezdirme (bizde bazlamanın adı). Eh, kıymalı, patatesli, peynirli börekler de eksik değil. Kuzinenin üstünde, ahenkli tıkırtılarına dem tutan kapağının zapt edemediği türüm türüm kokusuyla bakır tencere… Bırakın doğal gazı, tüp gaz ile henüz tanışmamışız. Ocak, maltız ve gazocağı duruma göre kullandıklarımız. Ama kışları daha çok gazocağı… (Anneciğim, vuracağı yemeğin soğanlarını mutfağında gazocağı üzerinde kavurup yemeğini de bir taşım tıkırdattıktan sonra, ocağı söndürüp tenceresini kuzinesinin üzerine yerleştirir.) Bu hatırladıklarıma nazaran yıl 1960 ya da 61 olmalı; mevsimse tabiatıyla kış. İşte şimdi söz Google’ın. Evet, sanal âlemdeki Diyanet’in takvim sayfası da tahminimi doğruluyor.

Tuhaf, bu senelerin iftarlarından ziyade sahur vakitlerini hatırlıyorum. Sahur soframızın sıklıkla menüsü, anneciğimin ramazan gelmezden birkaç hafta öncesinde komşularla birlikte imece olarak kestikleri kibrit çöpü erişte idi. Anacığım, yufkasını hazırladığında komşuları dolaşırdı. Bu davetin ardından çok geçmez, bıçağını alan komşu geniş örtüler üzerindeki senitlerin kenarlarında yerlerini alır; ardından bütün eller ritmik bir şekilde önlerine kibrit çöplerini yığmaya başlardı. Bu arada işleyen çeneler de, mahalledeki taze haber çıkınlarını açarlardı bir bir…

Örtülere serilip kurutulan erişteler, hamur dığanlarına alınıp sokağımızın başındaki merhum Makarnacı Alâ’nın fırınında “hakik” gibi kavurtularak (bazen de annem büyük bir zahmetle fırın tepsilerinde kuzinenin fırınında kavururdu erişteleri) yenmeye hazır hâle gelirdi. Sahur sofrasında koca bir tencereyle yerini alan erişte ayran eşliğinde tüketilirdi. Annem bazen erişteye pekmez dökerdi. Babamın elinin emeğini yiyen bu kıt gelirli aile için bu anlarda sofra bir ziyafete dönüşürdü. Babamın ifadesiyle erişte insanın karnını sımsıkı tutar, iftara kadar yiyeni acıktırmazdı.

O zamanların iftar vakitlerinden aklımda kalan enstantanelerden biri de, ramazanın ilerleyen günlerinde, iftara yakın saatlerde, sinisini sofrasını kapan ailelerin çoluk çocuk yakın akrabalarına yahut bir komşuya iftara gitmeleriydi. O yıllarda insanlar fakirdiler; şartlar da henüz yazla kışı fark ettirmeyecek durumda değildi; lakin yoksunluklarını dert etmeyen insanlar cıvıl cıvıldılar. Biz de ara ara bu cıvıl cıvıl insanlarla/komşularımızla “azık karıştırmak”tan geri durmazdık.

O yıllarda mahallede asabiyetin kol gezdiği tek yer Alâ’nın fırınıydı. Bu fırın ekmek fırınıydı aslında. Lakin ramazanlarda ikindi sonrası pide ve etliekmek yapardı. O zamanlar şimdiki gibi neredeyse her sokakta bir etliekmek fırını yoktu. Belki birkaç ayda bir, etliekmek ya da çarşı böreği yaptırmak için babam Hacıkaymak’tan yayan yapıldak ta Şerafeddin Camii’nin karşısında, Mahkeme Hamamı’nın köşesindeki fırına giderdi. Ne geçmez saatlerdi babamı beklediğimiz o anlar. Üç kardeş, evimizin, sokağın başını gören penceresine dizilirdik. Tabi gözlerimiz pencerenin camlarında asılı...

O günlerde de insanlar etliekmek veya böreklerinin iftara beş kala fırından çıkmasını arzu ederdi. Bu arzu çoğu kez sıra hır gürüne, zaman zaman da yumruklaşmasına sebep olurdu. Ramazanlarda etliekmek ve börek yaptırma arzusu duymamam, o günlerin bakiyesi olsa gerektir.

İmsakiye hatırlamıyorum. Ramazanın en önemli iki zaman dilimi, iftar ve sahuru genellikle Alâeddin Tepesi’nde atılan topun sesiyle bilirdik. Haa, iftar için demiryolunun öte tarafındaki bir caminin minaresi de vardı. Güneşin ferinin kaybolmaya başlaması ile evimizin sokak başını gören penceresinden o minarenin alemini de gözlerdik. Akşam ezanından hemen önce minarenin tepesinde bir ışık belirirdi. Ama babam iftar etmek için mutlaka topun sesini, ardından da mahalle camiinden okunacak ezanı duymak isterdi.

Bu ilk ramazanlarımda ebeveynimin oruç için bize bir baskısını da hatırlamıyorum. Ancak arife günü başka idi. Anneciğim arife gününün öncesi günlerde başlardı: “Arife günü kurtlar kuşlar bile oruç tutar oğlum; bu günü siz de oruçsuz geçirmeyin…” demeye. Bütün bu anlattıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor da; ilk orucumu bir türlü hatırlayamıyorum. Anneciğim oruç için bir baskı yapmazdı yapmasına da; sabahleyin ona bir de kahvaltı problemi çıkarmayalım diye, bizi mutlaka sahura kaldırırdı. Sofrada dizilen üç kardeş, mahmurluğumuzu atar atmaz babamın iştahlı iştahlı erişte kaşıklamasına eşlik etmeye başlardık.

O yıllarda imsak vaktini, günümüzdeki gibi, erkenden okunan bir ezan belirlemezdi. Ne olduğunu bilmesek de, “ilk top” ve “son top” beklenirdi o zamanlar. İlk top sesiyle birlikte yeme içme kesilirse de; anneciğim, sahura geç kalkanlar son topa kadar yiyip içebilirler, derdi. Biz genellikle ilk topla birlikte yatardık. Ne kadar süre geçerdi bilmem, sabah ezanları son topun ardından okunmaya başlardı. Sahur sonrası camideki mukabeleye iştirak edecek komşular, Kur’an-ı Kerim’leri koltuklarının altında olduğu hâlde ilk toptan sonra camiye gitmeye başlarlardı.

Bizim çocukluğumuzda da ramazan günlerinin en neşeli anlarından biri teravih namazlarıydı. Büyüklerimiz önce hişt hişt diye başlayıp, işi yüksek perdeden azarlamaya, hatta tokatlamaya kadar götürseler de, onların sessiz olmamız uyarıları bir kulağımızdan girer diğerinden çıkardı. İmamın iftitah tekbiri, haylazlığa başlama komutuydu bize. Caminin mahfilinde haylazlığın bini bir parayaydı artık. Yaptığımız haylazlıklar –en azından kendiminkiler- mıh gibi aklımda. Ama mazur görün, hicabım bunları anlatmaya engel. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, günümüz çocukları bizi göre çok daha ehven. Onun için günümüz çocuklarının yaptıkları -zaten gittikçe azalan- haylazlıklarına kulaklarım tıkalıdır.

Çocukluğumun ramazanlarına dair hatıralarımı, o günlerin iftar öncesi saatlerinde dillendirdiğimiz bir tekerleme ile sonlandırayım:

- Ha topum ha, güm diyivir, zım diyivir, iccacık mamaları ham diyivir!..

HAMİŞ:

Müslümanlara ramazan hazzını yaşatmayan İsrail’i tel’in ederken, Gazze başta olmak üzere Dünya’nın pek çok yerinde zulüm gören Müslümanların da ramazanın kalan üç beş gününü ve ardındaki bayramı huzur içinde geçirmelerini Rabb’imden niyaz ediyorum.