Ayakkabıcı Artin Pazarcıyan Usta

Ayakkabıcı Artin Pazarcıyan Usta

Bir hayli mal sipariş etti ve ödemeler üzerinde anlaştık. Bana “Neden beni sormuoorsun, hadi ben sahtekârsam” dedi. Ben de “Sahtekar böyle mert konuşmaz, biz de adam sarrafıyız” dedim. Ayakkabıcı Artin ustanın hikayesi...

İstanbul’da bir ayakkabı imalatçısı:


Ayakkabıcı Artin Pazarcıyan Usta


İsmail DETSELİ


 


Yıl 1968… İstanbul’da iyi bir işim vardı. Seyyar zeytinyağı sabun deterjan zeytin satışı ile ilgileniyordum. Haftalık mahallerim var her gün bir mahalleye gidip orada veresiye peşin sırtımda götürmüş olduğum malları satıp geliyorum, evimin ve depomun bulunduğu Küçükpazar semtine.


Haftalık mutad olarak mal satamaya gittiğim mahallelerim vardı. Örneğin, Pazartesi Bakırköy’e Salı Beşiktaş’a Çarşamba Kurtuluş’a, Dolapdere’ye Perşembe Zeytinburnu’ya Cuma çarşı diye adlandırdığımız Beyazıt, Tahtakale, Mercan, Laleli, Mahmutpaşa, Kapalıçarşı taraflarına gidiyorum. Buralardaki esnaf müşterilerimizin siparişlerini alır taksitlerini toplardık. Cumartesi Ortaköy Pazar ise Cihangir, Kuledibi’ndeydik. Bu semtlerde sırtımızda ‘zembil’ tabir ettiğimiz deriden yapılmış bir yük taşıma sepeti vardı. Zembil içine yağ ve diğer deterjan, zeytin gibi mallarımızı yükler, omzumuza alır, bu semtlerde taksitle satardık ve bu böyle devam ederdi.


Ben size işimi anlatacak değilim. Aslında anlatsam bir film gibidir hayat hikayem ama benim esas anlatacağım olay şu…


Bir Cuma günü yine çarşıda işim vardı. Kapalıçarşı’nın Beyazıt kapısı tarafında bir han vardı. Adı Yolgeçen hanı idi. Hani bir deyim vardır “Yolgeçen hanı mı burası” diye… İki tarafında ancak bir insanın geçebileceği kadar yolu olan bir handır burası. Ancak içerisi çok geniştir ve esnafla dolu üç katlı bir iş hanıdır. Bu handa çok değerli birkaç tane ayakkabıcı ve diğer esnaflardan müşterilerim vardı.


Bu müşterileri dolaşmak için hana girdiğimde çok tatlı bir ses duydum ardımdan, “Yağcı efendi, bakar mısın!” diye. Kibarca bana sesleniyordu, biz yağ sattığımız için bize “yağcı” veya “yağcılar” derlerdi. Onun için hitabın bana olduğunu anladım. Döndüm baktım ayakkabı ustası önlüklü bir adam. “Buyurun” dedim. “Senin adın İsmaildir” dedi? “Evet” dedim, o da yan taraftaki büyükçe bir imalathaneyi işaret ederek, “Benim atölye şurası müsait zamanda bana bir uğrarsın?” dedi. “Olur” dedim ve boş müsait bir zamanda uğradım yanına. 8 -10 tane çalışanı olan büyük bir ayakkabı imalathanesiydi. İçerde ayriyeten bir bölme vardı. Kalfalara “Ustanız nerede?” diye sordum, içeriyi işaret ettiler. Kapıyı tıklayıp girdim, hemen usta ayağa kalktı “Buyur İsmail beğ, buyur” dedi. Yer gösterdi, oturdum “çay” dedi “evet” dedim. Hemen dışarı seslendi “bize iki çay oğlum”, çaylar geldi. Kendisi burada ayakkabılara model hazırlıyor, saya kesiyordu. “Seni niçin çağırdım biliyorsun İsmail beğ?” diye sordu. “Bilmiyorum” dedim. O devam etti “Sizden alışveriş yapmak istiyorum, seni burada birkaç esnaf arkadaşım tavsiye etti, dürüst dediler, kibar dediler, onun için anlaşırsak senden taksitle mal almak isterim, bizim cemaatten burada İstanbul’da çok vardir” dedi ve “İstersen o müşterilerine beni sorabilirsin acele yoktir ben bir hafta daha beklerim” diye devam etti. Ben onun iyi niyetine bakarak “Beklemeye gerek yok, söyle istediklerini getireyim” dedim. Bir hayli mal sipariş etti ve ödemeler üzerinde anlaştık. Bana “Neden beni sormuoorsun, hadi ben sahtekârsam” dedi. Ben de “Sahtekar böyle mert konuşmaz, biz de adam sarrafıyı” dedim.


Bununla alışverişlerimiz bir hayli devam etti. Veresiye defterimdeki kayıdı ise sadece Ayakkabıcı Artin usta idi. Evleri Bakırköy’deydi, ben istediği malı eve bırakıyorum, madam siparişleri veriyor, Artin usta da ödemeleri haftalık aksatmadan yapıyor. Yalnız bu adam Rum değil acaba nedir diye merak ettim. Terbiyemden dolayı da bir türlü milletini soramam.


Bulunduğu bölümdeki fotoğraf ve figürler bana çeşitli fikirler veriyordu. Mesela Hz. Ali’nin kılınçlı posteri, İsa peygamberin çarmıha gerilmiş figürü, Osmanlı padişahlarının resimleri vardı.


Bir gün uzun sohbette samimiyetimizin arttığı bir gün soruverdim her şeyi,  “Artin usta Artin ismi ne demek, siz Rum musunuz, Alevi misiniz, buraya nereden geldiniz, nerelisiniz?” O “Yahu İsmail beğ, isimden evvel cisme bakacaksin. Biz de insanız nereden geldiğimizi değil nerde olduğumuzu, niçin burada olduğumuzu soracaksin” dedi. “Evet” dedim. Biz tam bin yıllık Selçuklu ve Osmanlı çocukları torunlarıyız. Biz Ermeniyiz ama daha Malazgirt savaşından önce Selçuklulu olmuşuz. Diyojen’in ordusunda bulunan Ermenilerin genç askerleri Diyojen’in orduları ve onun idaresi daima güçlünün yanında olduğunu ve güçsüzlere zulüm yaptıkları için Selçuklu’nun adaletini duyan ve bilen atalarımız, oğullarını Diyojen’in ordusundan alıp Selçuklu ordusu saflarına katmışlar. O gün bugündür hepimiz birer Anadolu çocuğuyuz. Sen nasıl Konya’dan ticaret ve ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gelmişin biz de Anadolu’nun herhangi bir şehrinden ekmek parası için buralara gelmişiz. Bizler de dedelerimiz gibi Türk milletini ve bu vatanı çok seviyoruz. Bu resim ve figürlere bakarak bana soruorsan bizim dinimiz Hıristiyan İsevi, ama ben bu düşünen kafamla çok çelişkilere düştüm. Baktım Hz. Ali, güçlü ve doğrunun yanında, onun resmini astım. Onu severim. İsa peygamberin çarmıha gerilmiş figürü ise hikayesinden çok duygulandığım içindir. onu da astım hem de dinimin peygamberi. Selçuklu sultanı Alpaslan ın ve Osmanlı padişahlarının ve paşalarının resimleri ise onlara karşı duyduğum muhabbet ve sevginin gereğidir bu Osmanlılar ve Türkler öyle asil bir millet ki himayesinde bulunanlara sınırsız özgürlükler vermiş. Onları askeri ve idari en yüksek seviyelere getirmiş paşa yapmış kolağası yapmış bizde o paşalardan birinin çocuklarının çocuklarıyız.


“Peki yeri gelmişken sorayım, yanlış anlama ama Müslüman olmayı hiç düşünmediniz mi?” diye sordum. O da “Düşünmez olurmuuz bee çok düşündük hatta çok niyet ettik Allah nasip etmedi” dedi. “Neden?” diye sordum. “Dinimizin bazı yanlışlarını görünce ailecek karar verdik Müslüman olalım diye, ama Müslümanların içinden bir sahtekâr çıkti bizi ve bir yakınımızı dolandırdı, çeşitli şekilde bize yanlışlar yaptı. Bizim niyetimizi değiştirdi” dedi. Eğer eski Selçuklu ve Osmanlı yaşayışı ve o dönemin dürüst insanları olsa bu dünyada başka din mensubu kalmazdı. Bunu sana rahatlıkla ifade edebilirim ama ne yazık ki sizinkilerin de çok yerde bizden veya bir başka din mensubundan farki yok. O zaman din değiştirmeye gerek yok ama biz bu cennet vatanın çocuklarıyız, bu vatanımızı çok seviyoruz burada ilelebet kalmak istioruz. Yalnız Osmanlının zayıf dönemlerinde bizim kandırılmış Taşnak çeteleri de Türk ve Müslüman Anadolu halkına başkalarının kışkırtması ile çok eziyetler etmiş. İki millet arasına kin tohumları ekmişler. Biz bu ülkede hiç ikinci sınıf vatandaş olmadık. Hiçbir ayrıcalık yaşamadık ama dış mihraklar, Türk toprakları üzerinde emelleri olanlar bizim ırkımız gibi zayıf ve farkli kültürden milletleri kullanıyorlar. Bunlar Rumlar olabilir Ermeniler olabilir, Kürtler olabilir. Bu emperyalistler felek sırtından kelek kesioorlar. Bize ve güzel yurdumuza zarar veriyorlar ve bu daha çok sürecek sanirim” dedi.


Artin ustanın anlattıkları kalbimin derinliklerinde iz yaptı ve otuz sekiz sene önce söylediklerinin bugünlerde gerçek olduğunu görmek beni ürpertti. Çünkü dinden soyutlanmışız, ne dinimizi iyi yaşıyoruz ne de başkalarına dinimizin güzelliklerini anlatabiliyoruz… Yazık ki ne yazık.


Sohbetten sonra “Benim bir kız kardeşim var, eniştemin işleri pekiyi değil onlara da yağ ve başka malzeme verirsen ödeyemedikleri yerde ben yardımcı olurum” dedi. “Hay hay” dedim adres isteyince, “Bizim madam size evlerini gösterecek, onlarda Bakırköy’de oturuorlar” dedi. Bakırköy’e vardım Artin ustanın eşi Madam Eleni bana görümcesi olan Madam Ağavni’nin evini gösterdi ve “Ne isterse sölesin yağci efendi ben karişmam” diyerek sertçe yanımızdan ayrıldı. Anlaşıldı ki madam Eleni görümcesini sevmiyordu. Madam Ağavni bana siparişleri verdi, bir hayli vardı sanırım 60 lira civarında tuttu. Beyinin işyerini sormak lüzumunu hissetmedim. Mallarını götürüp teslim ettim. Her hafta uğradığımda madam Ağavni kendi taksitini veriyor ve tekrar siparişi varsa söylüyordu. Bu alışveriş bir hayli sürdükten ve madam Ağavni’nin 30 lira kadar borcu daha varken bir gün madam Ağavni’nin evden taşınmış olduğunu gördüm. Komşuları nereye gittiklerini bilmediklerini söyledi. Artin ustanın hanımı Eleniye sorduğumda “Ben sana demedim mi karişmam” diye dedi ve ekledi “bilmiorum bana heç sorma.”


Madam Eleni Rum, Artin usta ermeni idi. Bazen dini konularda bile evlerinde tartışmalar yaşandığını bana samimi olarak anlatırdı Artin usta…


Aradan bir hayli zaman geçti… Bir Pazar günü topluca mal dağıtmak için gittiğim Kurtuluş’ta sabah 10’da bir kiliseden Hıristiyanların kadın çoluk çocuk ibadetten çıktıklarını gördüm… Safça onları seyrederken birden bir madamın “Oooo yağciii, nerelerden geldin?” diye boynuma sarıldığını görünce utandım. Madam Ağavni’yi güçlükle boynumdan ayırarak “Yapma madam, elin içinde sokak ortasında ayıp oluyor, benimde burada müşterilerim var” dedim. O “Hayır neden ayıp olacak, ben seni bir kardeş gibi sevior be” dedi. Çevredekilerin şaşkın bakışları arasında beni kolumdan tutup az ilerdeki evine götürdü ve evini gösterdi. İlla bir kahve içmemi istedi. İçeri buyur etti, ben girmek istemedim. O yıllarda Madam Ağavni 35 ben ise 24 yaşlarında idim, ama madam beni evine sokmakta o kadar ısrarlı idi ki beni zorla eve aldı ve iki kahve yaptı. İki çocuğu vardı madamın… Kızı matmazel Zali oğlu Dino da yanımıza geldiler ve onlara “Biliorsunuz çocuklar İsmail ağabeyiniz bizim yağcidir” dedi. Çocuklar da ‘biliyoruz’ der gibi tasdik ettiler.


Kahveleri içtikten sonra ben malların bir manavın önünde olduğunu ve dağıtmam gerektiğini söyleyip müsaade istedim. O beyi Mıgırdıç’ın dükkânının adresini verip kalan borçlarını oradan tahsil etmemi ve tekrar alışveriş yapabileceğimizi söyledi. Ve gelinleri madam Eleni yüzünden ağabeyi ile bile aralarının açık olduğundan şikayet etti. Ve adresini bana verilmek üzere gelinlerine bıraktığını söyledi. Gelin Eleni’den o kadar şikayet ediyordu ki sormayın gitsin, “İsmail beğ onun yüzüne bakılacak yeri yoktir be. Bana ne iftiralar atmıştir, Müslüman oldi diyerek, toplumda benim kariyerimi sarsmış ve en sonunda beni fahişelikle bile suçlamıştır” dedi ve “Benim karakterim bu, ben insanları çok seviorum. Onun için de içimdeki sevgiyi dışarı çabuk vuruyorum. Bugün sana sarildiğim gibi” diyerek samimiyetini belirtiyordu. “Müslüman olduğun doğru mu?” diye sordum. “Niyet etmedim desem yalan olir ama her defasında bir aksilik oldi, yapamadım bazen ekonomik konular bazen de çeşitli yanlışlıklar bir de İslamiyet hakkında bir dürüst kişiden bilgiler alamadık her teşebbüsümüz yanlış anlaşıldı” diyerek abisinin ifadesini doğruluyordu.


Ben beyinin dükkânını bulduğumda ihtiyarlamış çökmüş bir adam buldum karşımda. Sanki 60’lık zannettim. Vida ve somunlara takılan sanayi pulları imalatı yapan bir şak şuk makine bulunan ufak bir atölye idi burası. Kuledibi’nde mütevazı ama benden bile hanımını kıskanan bir titiz adamdı. Neyse bir akşam yemeğine davet ettiler de benim ne derece samimi ve dürüst biri olduğumu görünce kıskançlığı gitti. Hatta benim ona espri olsun diye “Enişte” demem onun üzerinde büyük bir şok etkisi yapmıştı. “Neden enişte diorsun bana İsmail beğ?” sorusuna ben “Madam Ağavni Müslüman olmaya niyet etmiş ya olursa o benim kardeşim sen de eniştem olursun” dedim. O da “Evet bazen beni de çok sıkıştırıor Müslüman olalım diye ama henüz ya hazır değiliz ya da nasip olmuor kısmet be” diyordu.


Onlarla satıcı müşteri ilişkisinden daha ileri giden dostluğumuz 1970 yılı son aylarında kesildi. Ben seyyarlık işini bir başka akrabama devredip Konya ‘a döndüm sonra akrabam vasıtası ile onlardan çok selamlar aldım. Şimdi ise hiç görüşmüyoruz. Sağ iseler Allah uzun ömür versin. Müslüman olarak öldülerse, ki çok meyilli idiler Allah rahmet eylesin yok Hıristiyan olarak öldülerse toprakları bol olsun.


Sen iyi olursan sana gelen de iyi olacaktır…


Sevgi ve saygılarımla…