Bey kızı ile prensin maceraları

Bey kızı ile prensin maceraları

Horasandan Diyarı Rum’a göçlerin ardı arkası kesilmiyor, kafileler halinde devam ediyormuş.

İsmail DETSELİ

 

12. yüzyıl sonlarına doğruymuş… Merhumlardan bize anlatanlar böyle söylerlerdi… Allah o güzel insanların dillerine öbür âlemde de kolaylıklar versin diyelim. Anlatılanları sizlere ve şimdiki neslimize aktaralım…

Horasandan Diyarı Rum’a göçlerin ardı arkası kesilmiyor, kafileler halinde devam ediyormuş. Çok büyük bir kafileye sahip bir bey vardır, o da kalabalık kafilesi ve onlarca sığır deve ve davar sürüleri ile gelip çukur ovaya yerleşmiş, ama onu bu ovalar hıfzetmez (korumaz). Ancak bol sulu, serin yaylalarda yaşayabilirler bunca davar, sığır, at ve deve ile…  O da bunları bilerek zaten Türk boylarında gelenek halinde olan göçerliliği benimsemiş. Yine her zamanki gibi yükler sarılır, bir bahar gününde Toroslar’a, Ermenek’e, Mut’a oradan da Sertavulu aşarak Karaman’dan İç Anadolu-Konya hatta daha da ileriye doğru Ege’ye, Isparta, Burdur gibi yerleşim yerlerine doğru yola çıkarlar.

 

Anadolu Türklerinde bir söz vardır, “bin işçi bir başçı” derler ya bunca göçerlerin bir de idareci beyleri vardır. Olması da elzemdir, bu göçerler bunca mal ile göçerken yerleşik olan daha Anadolu’yu terk etmemiş, ona Rum ve Ermenilerden veya daha evvel gelmiş yerleşik düzene geçmiş, Türk boyları ile aralarında otlaklık ve otağ kurma yönünden bazı zorluklar yaşanıyor. İşte bunlara muhatap olan sadece beydir, bazen para ile bazen de efelikle ve silahlı çatışmalar yaparak beyliğini gösterip, göçerlerin bu işlerini kolaylaştırmaktadır.

Bu göçler böyle yıllarca devam ettikten sonra artık hem obası büyüyor hem de malları çoğalıyor… İçlerinden bazılarına yeni beylikler verip kendileri Sarıkeçili soyundan oldukları için bir boyuna Karakeçili, bir başka boyuna Honamlı denir. Honamlı; bir boy değildir ama sonradan söylene söylene boy halini almıştır göçerlikte.

 

Göçerler daima çayır-çimen ve sulak yerlerde yurt kurduklarından bol bol güreş tutarlarmış… İçlerinde bir yağız delikanlı varmış ki her yıl başpehlivan olurmuş. Aradan geçen bunca yıllar onu ihtiyarlatmış ve son yıl bir başka yağız genç yörüğe başpehlivanlığı kaptırmış. Ertesi sabah erkenden kimseye ses etmeden, oba yatarken ailesi ve taraftarları ile yola çıkmış. Onlar giderken oba ahalisi sormuşlar, “şu erkenden obayı terek eden kim ola?” İçlerinden bir kaçı yıllarca pehlivanlıkta nam salmış olan eski başpehlivanı tanımışlar ve “ağam giden Honamlı” demişler ve oradan Honamlı kalmış… İşte bunun gibi isimler verip obayı üç dört kola ayırıyor ve göç yerlerini de genişletiyor.  Bir yaz yine göç boyunca obanın yağız pehlivan görünümlü yakışıklı Yörük obabeyi Mırza’yı bir düşüncedir almış. Kenarda oturmuş, dalgındır. Ama öyle yakışıklı dediğimize de bakmayın, evet yakışıklı ama artık yıllar onu bir hayli yıpratmış. Orta yaş yakışıklısı, başındaki gür püsküllü fesinin etrafına doladığı ipek şalın kenarlarından sulak bir çayırdan fışkıran gür bir yeşil çimen gibi. Ama tam yeşile de çalmayan saçlar. Hafif kırlaşmış, gür bıyıkları ise dudak ile burun arasını tamamen kaplamış, fesin altından yine dışarı taşmış kır saçları, enseye doğru terli nemli ıslaklıkla arkadan yine de siyah görünen o gür çamlık ormanı andıran kafa onun düşüncesini sanki tasdikler gibi, gözaltındaki kabarıklar sanki ruh halinin içini haber veriyor gibiydi obasına.

 

Bunun bu düşkün halini gören bilge ve hamarat hanımı Melek, Sultan beyinin dibinde beliriverir. Ve “Ne oldu yiğidim? Toroslar yıkıldı da sen altında mı kaldın, endişen nedir, düşüncen nicedir?” deyince, Mirza Bey “Hatun yaşım geçiyor, obam göçüyor. Ardımızdan takip eden bizlerden doğan bir güzel kızımız var. Hiç çadır işi bilmez, davar sağmaz, deve sağmaz, iş bilmez, sadece dağlarda şahan gibi gezer. At biner, av avlar. Kardeşi Cankaleyi de kendine uydurdu. İki kardeş dağlara meydan okurlar. Emmeeee bunun sonu nice olur? Babanın beyliği oğlana kıza beylik getirmez. Ya bize hak vaki olunca ve hatta daha olmadan bu kız 15’ine girdi, başına maazallah bir bela musibet hasıl olursa biz nideriz, nasıl yaşarız, el yüzüne beğ olarak nasıl çıkarız. Tiz bugünden itibaren bu kızın gemini sıkmalıyız, endişem düşüncem bunlardır, benim bilge ve güzel hatunum” der.

Melek hatun, “Düşündüğün şeye bak benim yiğit beyim, onu doğuran düşünsün iş bilirliğini, yiğitliğini... Sen ne endişe edersin? Onu ben doğurdum, o her işi bilir. İş başa düşünce senden benden iyi yapar işlerini, korkma sen. Hem ne demişler, “anasına bak kızını al eteğine bak bezini al” diye ne güzel söylemiş atalarımız. Onun anası da temiz eteği de temiz, sen endişelenme evimin direği, obamızın çifte yürekli koç beği” der.

 

YİNE GÖÇ TUTARLAR

 

Göç yoluna çıkarlar ve birkaç günden sonra sarp toros dağlarına varırlar. Mirza Bey atlılar salarak ayırdığı diğer beylerinden de ne yöne gidecekleri, nasıl harekete edecekleri konusunda bilgiler alır ve daima birbirlerini takip ederler.

Yalçın kayalıkların boşluğundaki yemyeşil sulak bir vadiye çadır kurarlar, birkaç gün burada kalacaklardır... Sürüler dağı sarar, develer ormana dalar, çadırlardan dumanlar yükselir. Dağlar taşlar sürü çanı sesiyle inler. Maral kız kardeşi Osman’la çok iyi anlaşıyor ama Mirza Bey bu kızı ile oğlunun durumundan hep endişe ediyor. Çünkü beyin bunca davarı, sığırı, devesi var; onca yardımcısı çalışanı var. Ve eşi Melek hatun ancak bunların yemek işlerini hallediyor, kızı Maral ise gözü dağlarda, attan inmiyor, elinde zamanın silahı olan oku-yayı tutuyor, av peşinde geziyor. Havadar yerlerden zevk alıyor, sanki bir erkek gibi dağlardan inmiyor. Bir gün yine bu bey, kızı Maral hatun kendinden 5 yaş daha küçük olan kardeşi Cankaleyi yanına alır, atlarına binerler, şöyle obadan bir hayli uzaklaşırlar. Kırlarda, dağlarda dolaşacaklar, biraz av avlayacaklar, ceylan bulurlarsa vurmaya çalışacaklar. Anadan izin alıp atlarına atlarlar, obadan farkına varmadan bir hayli de uzaklaşırlar.

 

Maral kız vadinin derinliklerinde yalçın kayaları seyrederken birden bire atından atlar. Atını kardeşi Cankale’ye bakması için tembihler ve yalçın kayalıklara doğru taştan taşa sekerek hızla uçar, bir anda gözden kaybolur gider.

O yörede daha Anadolu’yu terk etmemiş küçük bir Hıristiyan toplumunun kralının oğlu olan bir prens de arkadaşları ile vadiye avlanmaya gelmiş ve yalçın kayalıklarda taştan taşa sekmekte olan bir yabancıyı görünce, önce bir ceylan zanneder seken cismi. Prens tam nişan alır okunu atacak bir de bakar ki bir ses işitir. Ve yukarda sekmekte olanın bir kız olduğunu anlar. Çünkü kız aşağıda atlar ile beklemekte olan kardeşi Cankale’ye şöyle seslenmektedir: Cankale bir koşu vadiye gelen atıllara bir bakıver abam (ablam) kimmiş o yabancılar. Atlarımıza da iyi mukayyet ol” dediğini iştir. Ve bunun ceylan değil ama ceylana benzer çok atılgan, gözü pek bir kız olduğunu anlar.

 

Süratle atını ona doğru sürer ve avazı çıktığı kadar bir sesle seslenir. “Hey yalçın kaylardaki ceylan sekişli, şahin bakışlı, kartal uçuşlu kız acaba söyler misin sana nasıl ulaşabilirim” der.

Sesin geldiği tarafa doğru elini kaşının üzerinden gözünü güneşe karşı siper ederek bakan bey kızı Maral Sultan “Heyyy sen kimsin? Necisin? Nirelisin? Bu dağlarda işin ne? Anasının süt kuzusu sen bu kayalıklara çıkıp da bana asla ulaşamazsın, var git işine benim avımı ve keyfimi bozma” der. Prens ise, “Ben bu toprakların sahibi olan bir kralın oğluyum, adım da Burla beydir” der.  Kız “hey avıma uğursuzluk getiren adan Burla mısın Tarla mısın, sal çayıra atını gel yanıma cesaretin var ise. Söz istersen söz edelim. Cenk istersen cenk edelim” der.

 

Prens bu sözler karşısında atını hızla o yana sürer ama onun yanına ulaşmak ne mümkün, at yalçın kaylara tırmanamaz. Attan iner prens ve süvari olarak koşmaya başlar Maral Sultan’ın arkasından. O koştukça Maral kız yükseklere doğru koşar. Derken prens avazı çıktıkça yukarıdaki kıza seslenir “Ben bu toprakların sahibinin oğlu filan prensim, bekle yanına geleyim ama nasıl geleyim” deyince kız cevap verir: “Hem buraların prensiyim diyorsun hem de bana nasıl geleceğini soruyorsun. Bunları bilmiyorsan sana prens değil ancak deli bir gerez (zayıf beceriksiz demek) derler.”

 

Bu sözler prensi derinden yaralar. Ve hemen abası ile parmağı ağzında zıtlıkla ve işaretlerle konuşmakta olan kızın kardeşi Cankale’nin yanına varır. Ve o kayanın cebelindeki bu ceylan sekişli kızın kim ve nereli olduğunu sorar. Arkadaşları da konuşmaları atlarından inmeden dinlerler. Cankale’den “o benim abamdır” cevabını alınca gelen genç “hey ahbab ben bu dağların sahibiyim ama bu yalçın kayalara hiç çıkmadım sen de çıkabilir misin buralara” der Cankale sanki çok basit bir şeymiş gibi “tabi çıkarım ne olacak ondan goley ne var” der. Bu laf da prensi bir hayli hiddetlendirir ve koşar… Maral kızın peşinden bilinçsizce koşmaya başlar ama hani bir söz vardır “keçinin yemediği ot başına vurur” diye. Az giderken başlar kayalıklarda sendelemeye, kıza yetişemeden bir büyük kayadan aşağı çok derin bir vadiye uçar. Aşağılardan onun yanına çıkma cesaretini göstermeyen av arkadaşları prensi öldü zannederek, atlarını hızla sürüp prensi bırakıp oradan kaçarlar. Prensin dengesini kaybedip aşağı uçtuğunu gören bey kızı Maral ve daha gerilerden prensi takip edip gelmekte olan Cankale çocuk hemen koşarak prensin yanına kayalıklardan uçarcasına inerler. Öldü sandıkları prens de mucize eseri hayat belirtisi olduğunu sezen bu akıllı kardeşler, kızın başındaki uzun ipekli poşusu ile oğlanın belinde bulunan şal kuşağı ile sarıp sarmalarlar. Kız o dağ havasından aldığı gücüne güvenerek sırtına aldığı prensi kuş gibi bir anda aşağıda atların bağlı olduğu yeşil vadiye indiriverir.

 

PRENS TEDAVİ EDİLİR

 

Maral kız ile Cankale oğlanın yaşları henüz küçük olmalarına rağmen dağların verdiği doğa ortamından dolayı bir hayli hem boylarında hem de güçlerinde yerleşikli, gençlere göre çok gelişkin olmaları göze çarpıyor. Bundan dolayı iki kardeş yaralı prensi atın üzerine attıkları gibi prensin atının da yularını salıp birkaç kamçı darbesi ile kovalarlar ve prensi bir çırpıda obalarına alıp gelirler. Orada kırık çıkık, ve yara bere üzerine çok bilge ve tecrübeli insanlar vardır, hemen durum oba beyi olan babalarına intikal eder ve bu bilge doktorlar çağrılır. İki tane koyun kesilerek düştüğü yerde kayalıklardan vücudunda birçok yara bere oluşan prens hemen taze kesilmiş koyun derisine çekilir. Yani bütün vücudu deri ile sarılır, bir gün öyle bekletildikten sonra tekrar deriden çıkarılıp kırık olan vücut kemikleri, çıkık olan uyluk mafsalları tımar edilir ve istirahata bırakılır. Yanında da yine Maral kız ile kardeşi Cankale vardır.

 

Bu prensin arkasının boş bırakılmayacağını tahmin eden obanın ileri gelenleri, artık gelecek ya tehlike ya da bir dostluk beklemektedirler. O da kısa sürede vuku bulur ve bir kırk elli kişilik silahlı kuvvet bizim Yörük obasının karşında durup, oğullarının ahvalini sorarlar. Çünkü burada prensi koyup kaçan gâvur dölleri “prensi kayalıklarda göçerler dövdüler, esir aldılar, bizleri de kovaladılar. Sanırız prensi öldürdüler” derler. Çünkü o kadar yüksek bir uçurumdan uçan prensin sağ kalacağına ihtimal vermezler ve bir çok yalanlarla iki gurubu karşı karşıya getirip adeta bir harp havası yaratmak isterler.

 

Ve ellerinde kılıçları-gürzleri ile tam bir donanımlı ordu şeklinde tepelerine dikilirler obanın. Bunlar da bu ani olağan üstü durum karşısında hemen silahlanıp sağa sola koşarak gelenleri ablukaya almaya çalışırlar. Durumun vahametini gören Maral kız bir atlayışta bindiği atını süratle sürerek gelen o karşı tarafın atlılarının arasına girer ve “Ne istiyorsunuz,  kimsiniz, ne yapıyorsunuz, siz kimlersiniz?” diye bağırır. Ama bağrış öyle sert bir eda ile olmuştur ki gelenler adeta donup kalmışlardır. Ve içlerinden bir büyük adam durumu izah eder, “buralarda konaklayan bir göçer ailesi bizim ava çıkan prens oğlumuzu esir alıp kayalıklardan atarak öldürmüş, arkadaşlarını da kovalamışlar. Onun hesabını soracağız, sen bu kadar atlının arasına girdiğine göre bu cinayeti işleyen sizin oba değil sanırım ne dersin” deyince kız “O işi yapanlar biziz ama işi size anlatan sizin genç ve korkak, insanlıktan yoksun, arkadaş ve insan kıymeti bilmeyen salaklarınızdır” der. Ve o gün olan durumu harfiyen anlatır ve sonunda “Oğlunuzu biz kardeşimle getirdik, bilgelerimiz yaralarını tımar ettiler, ölümcül bir durumu yoktur ancak istirahat etmelidir” der ve hiç kimse ile çatışmaya girmeden ortalığı yatıştırıp uyumlu bir hale getirir. Ve ortalık sakinleşir ve hemen obanın beyi Mırza Bey gelir. Herkesi obada yemeğe ve oğullarına bakmaya davet eder. Ama bunlar bu durmdan işkillenir ve şüphelenirler. İçlerinden birkaç tane lider seçip gönderirler, çoğunluğu da o tepede kalmayı tercih ederler.

Obanın içersine giren adamlar oğlanı bir çadırın içersinde devetüyünden döşeklerde gayet bakımlı bir şekilde görünce davranışlarından çok utanırlar. Ve oğlanı alıp gitmeyi, yemek yemeyeceklerini söyleyince, oba sakinleri buna şiddetle itiraz edip “bizim geleneğimizde misafire ikram yapmadan göndermek yoktur onun için isteğiniz kabul olmadı” derler. Hemen birkaç koyun-keçi kesilir ve yemekler hazırlanır. Akşama doğru tam gitmeye niyet alırlar. Yaralı yatmakta olan prens babasına ve gelenlere şöyle der: Ben buradan gitmek istemiyorum, çünkü daha yaralarım çok derindir. Sonra bunların baktığı gibi sizler bana bakamazsınız. Prensin babası kral durumu biraz anlar gibi olur. Mirza beye bakar... Mirza bey “O bizim hastamızdır hem de misafirimizdir. Biz onun yaralarını iyice tımar eder öyle size ulaştırırız. Bize güvenin ama bu öyle çok uzun sürmez, çünkü bizler bir obada en çok 20 gün kadar kalırız” der. Kral çaresiz avanesi ile çeker gider. Ama ertesi gün prensin annesi iki atlı ile gelir ve oğlunun yanına varır. Durumunu gördükten sonra oğlunun kulağına “oğlum bizim sana daha iyi bakacağımızı sen biliyorsun, bunda bir aşk izimi vardır” deyince oğlan “hee” gibilerden gözlerini kapatır, anne de Mirza beye teşekkür ederek gider.

 

MİRZA BEY KIZINI PRENSE VERECEK Mİ?

 

Birkaç gün sonra iyileşen oğlan bir gün Mirza Beye “Ey dağlara hükmeden eşsiz adam, ben senden bir istekte bulunacağım” der. “Söyle” der Mirza bey sertçe. Bu sertlikten baya ürperen prens “acaba bu güzeller güzeli Türklerin cennet hurisidir dedikleri Maral hanımı bana Allah için nikahlar mısınız?” “Olmaz” diye kükrer Mirza Bey, “Sizler başka dindensiniz, bizler ise Müslüman’ız onun için bu isteğin gerçek olmaz. Delikanlı iyileştiysen hadi bakalım yoluna” der.

Ve o gece olmadan prensi babasına ulaştırır. Bunlar da ertesi gün göçü sarıp bir başka dağda otağ kurmak için düşerler yola.

Evde birkaç gün daha kalıp iyileşen presin içersine bir aşk ateşidir düşer ve bir gün yine “Ben ava çıkacağım” diyerek yanına arkadaş da almadan ver elini Toros dağları… Orda bulamaz, İç Anadolu dağları, orda da bulamaz Mirza Beyin obasını ve Akdeniz ile  İç Anadolu’nun ortalarından başlar dağlar taşlar aşmaya ve her vardığı obaya köye mirza beyin obasının geçip geçmediğini sorar.

 Nihayet izlerini Burdur civarlarında bulur. Ve Mirza Beye tanrı misafiri olmak istediğini anlatır. O da kabul eder ve birkaç gün sonra yine bir dağda Maral Hatun ile karşılaşır ve ona aşkını bildirir.

Prens şöyle der:

Yalçın kayalardan uçurdun beni

Yaralı bir kuş gibi kaçırdın beni

Obada soğuk ayran sıcak çorbayla

Sanki yeniden dünyaya getirdin beni

 

O an aşık oldu şu kalbim sana

Ne olur bir evet desen aşkıma

Sen gideli gönlüm döndü şaşkına

Aradım izini buldum dağlarda.

Kız:

Babamdan istesin ananla baban

Karşıma izinsiz çıkma ha yanan

Sen bir Hıristiyan bense Müslüman

Gel yiğit yorulma dön bu sevdadan

Oğlan:

Maral senin kulun kölen olayım

Seven kalbime nasıl kement vurayım

Emret dinine girip İslam olayım

Çobanlık yapayım bu obalarda

 

PRENS MÜSLÜMAN OLUYOR

 

Bunu duyan kız zaten içersinde prense karşı beslediği biraz sevgi vardır. Müslüman olacağını duyunca prensin, akşam anasına durumu açar ve oğlanın Müslüman olmak istediğini söyler. Ana da babaya intikal ettirir, ertesi gün Mirza Bey önce kızını dinler sonra oğlanı dinler ve ulularını toplayıp durumu onlara anlatır. Onlar da makul ve münasip görürüler. Çünkü bu obanın gelip geçişlerinde zaten aralarında bu prensliklerle sorunlar olmaktaymış, “akraba olmak daha iyi derler” uluları ve oğlanı çağırıp derki Mirza Bey, “Var git ailene söyle eğer onlar da evet diyorsa bizi filan aylarda dönüşümüzde yolda karşılayın konuşalım” der.

 

Oğlan geri sevinçle döner ve ailesine “Onların insanları da, inançları da, dinleri de çok sevecen çok iyi ve çok da gerçekçi. Baba-ana o Yörük Maral kızı almaz isem dünya bana haramdır” der. Mirza beyin obası geri dönünceye kadar onları hem kızı istemeye hem de İslam’ı kabul etmeye ikna eder ve tabasını o güne hazırlar. Gün gelir, dönmekte olan Mirza Bey ve kafilesi hem de İslami bir töreye uygun olarak karşılanır, İslami bir misafirperverlik gösterilip günlerce orada kalınıp ağırlanırlar. Ve prens ile Maral kız evlendirilir. Prens oğlan Müslüman olunca Çağatay ismini alır ve birçok insan da bir prens için ve dini iyi anladığı anlattığı için bu yüce dine girmeğe razı olup Müslüman olurlar. Dünya evine girmeden birçok sevaba öncülük eden Çağatay ile Maralın boy boy çocukları olur ve Maralın obası Yörüklerde o diyarların ilk yerleşimcisi olurlar. Onlar ermiş o zamanlar muradına, biz de erelim inşallah şimdi muradımıza…