Bir Tutam Pişmanlık

Evin önünde derin bir sessizlik, kulakların duymadığı ama yürekleri parçalayan bir feryat vardı. Yıllarını verdiği, tırnaklarıyla kazıyıp inşa ettiği evinden son çıkışıydı Mehmet amcanın. Daha doğrusu çıkarılışıydı.

Sakin akan bir ırmağın üzerindeki tahta parçasının süzülüşü gibi tabutun evden çıkışını yaşlı gözlerle izlediler. Herkesin buğulanan gözü Mehmet amcadan daha çok kendineydi. Yüzüne baktığınız veya yüzüne bakmaya bile cesaret bulamadığınız her bir köylü, içinde büyüttüğü kendi acısına ağlıyordu.

Önce musalla ziyaret edilecekti. Belli belirsiz bir sesle cemaatin hakkını helal etmesi gerekiyordu. Bu gerçekten bir helalleşme miydi? O da meçhuldü ama adet böyleydi. “Dünyada namazla ilişkisi ne kadardı?” diye sorulmadan musallaya yatan herkesin cenaze namazı kılınırdı. Bildik cümlelerle son görev tamamlanırdı. Tamamlandı da… “Nasıl bilirdiniz?” diye soruldu, helallik alındı ve görevin bu bölümü hitama erdi.

Omuzların üzerinde tabut mezarlığa doğru ilerledi. Mehmet amcanın oğlu Sami, omuzunda yarıya kadar doldurulmuş, altından su gibi bir şeylerin damladığı bir çuvalla arkadan koşmaya başladı. İnsanların ruhen konuştuğu, lisanen sustuğu bu ortamda gözler Sami’ye çevrildi. Hayır, çevrilen gözler değildi sadece. Tüm beden, tüm dikkat ve heyecan Sami’nin üzerindeydi. Köylü Sami’yi izlerken tabut mezarın başına gelmişti. Bir gariplik olduğunu anlayanlar Sami’ye “Yine ne var Deli Oğlan?” diyen gözleriyle baktılar. Sami, bugüne kadar istemediği ve işlerine gelmeyen cümleleri duyamayan kulaklarına son bir ümitle bağırdı. Belki de burada kulaklarından kalplerine iner diye seslendi. “Babamın vasiyetiydi. Bu çuvalı da mezara koyacaksınız.” Gözlerin ferini yitirdiği bu ortamda lal olmuş dilleriyle tüm köylü sanki hep bir ağızdan bağırdılar; “Mezara ölüden başka bir şey konulmaz. O sadece kefeniyle gider. Dünya malı dünyada kalmıştır. Unuttun mu Deli Oğlan?”

Köylünün arasında onun adı, Deli Oğlandı. İmam Musa Hoca, Sami’yi ayrı bir sever ve değer verirdi. Bu nedenle istihza yerine ihtimam ve ihtiramla ona döndü. Sükûnetle sordu. “Sami! Nedir babanın vasiyeti? Kabrine konulacak olanlar da neymiş?” Sami’nin cevap vermesi gerekiyordu. Bu durumdu konuşmak için derin bir nefes aldı. Kelimeler boğazına düğümlendi. Bir daha yutkundu, gözlerini ayağının ucuna mıhladı. Bir tabuta baktı bir de yeni misafirini bekleyen kabre… Sonra kafasını kaldırıp, yutkunarak konuşmaya başladı. “Babamın pişmanlıklarıdır hocam bunlar. Onun bütün eyvahlarını, ahlarını, vahlarını, pişmanlıklarını doldurduk. Beraber koymuştuk rahmetliyle. Bir çuvala koyup babam bana demişti ki; “Oğlum! İnsan bu dünyadan ancak pişmanlıklarıyla gider. Kaçan balık gerçekten büyüktür. Geçen fırsatlar hep büyüktür. Kırılan kalplerin, üzülen insanların, kadri bilinmeyen nimetlerin, yeterince değerlendirilemeyen zamanların pişmanlığı büyüktür. Ben o pişmanlıklarımı, âh ve vahlarımın hesabını vermek için gidiyorum. Ama sen bir kısmı yere damlayacak, ölümün ateşiyle eriyip azı dünyada kalacak tüm eyvahlarımı paketle ve kabrime koy. Bilirim ki bu saatten sonra hiçbir pişmanlık beni kurtarmayacak. Ama belki senin omuzlarındaki yükü azaltır. Belki de bir başkasının pişmanlığına erken uyarı yapar da derman olur” demişti. İşte bunun için geldim hocam dedi mahcup bir eda ile.

Kabristanı dolduran tüm cemaatin önüne sanki birer çuval konulmuştu. Herkesin çuvalı aynı değildi. Her biri hayatlarının özeti ve geriye kalan kazancı olmak üzere pişmanlıklarını doldurdu.

Hadisi şerif ölüyü kabre kadar üç şey takip eder. İkisi geri döner ve birisi onunla kalır diye buyurmuştu. Kalanların bir kısmı da hayatın pişmanlıklarıymış meğer. Her birimiz, ne de çok “eyvah” dediğimiz anı depolamışız.

“Ah keşke…”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.