Fatma Şeref
Bizi Mevlana’yla da aldattılar!
Bir adam dereye eğilmiş abdest alıyordu. Oradan geçen biri hiç sebep yokken her şeyden habersiz bu insanın ensesine kuvvetli bir tokat aşk etti.
Diye başlayan hikâyeyi çoğunuz hatırlar eminim. Çoğu versiyonlarında mekân cami avlusu ve şadırvan olarak geçer. Ve rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal bir konuşmasında bu mesele yer verdiğinden daha yayın bir şöhret bulmuştur. Ama hiç dikkatinizi çekti mi acaba bahsi geçen makam ya da kapı dört iken abdest alan müminin verdiği tepki üçtür. Yani hikâyenin çözümünde:
Şeriat(hukuk)Makâmı
Tarikât Makâmı
Mârifet Makâmı
Hakikât Makâmı
Şeklinde dört aşamadan söz edilir. Ya da bu üç farklı derviş üzerinden anlatılır. Birinci tokada aynı ile karşılık verir, ikinci döner bakar ama karşılık vermez, üçüncü hiç oralı olmaz ne bakar ne vurur. Açıklama da ise birinci tepki şeriat basamağının göstergesi olarak, ikinci ise artık her şeyin Allahtan geldiğini anlayan ama aracıyı merak edip bakan tarikat aşamasındaki insan olarak, üçüncü ise artık her şeyin Allahtan geldiğini anlamış ve aracıları bile önemsemeyen marifet ve hakikat basamağına ulaşmış insan-ı kâmil olarak sunulur. Bazı değişiklikler yapılsa bile meşhur hikâyenin yaygın anlatımındaki özü budur ve en önemli yanlışlık hepsinde son eylemin tepkisizlik olarak kalıp üstüne bir de hakikat makamı olarak lanse edilip kutsanmasıdır. Özal’ın anlatımında da durum böyledir. Peki, Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı bu mudur? Bir kez daha hatırlayalım. Ve buyurun siz karar verin…
Mevlana hikâyede size hitap eder. Bir su kenarında abdest alıyorsunuz. (Dağlık ve ormanlık bir alan tasviri vardır. Allah’tan başka şahidiniz yok) Sizin ibadetinize dalmış olmanızı, boşluğunuzu, zaafınızı fırsat bilen biri gelip arkanızdan ensenize şiddetli bir tokat atarsa, belki de sizi suya düşürürse, nasıl mukabele etmelisiniz? Birlikte düşünelim der ve devam eder:
Dönüp, doğal bir aksülamel(karşı refleks) ile ona bir tokat atar yere yapıştırırsınız.
Dönüp bakarsınız, ona sözlü ya da fiili bir tepki vermeyi düşünürsünüz ama aynı ile mukabele etmeyi kendinize yakıştıramazsınız. Ve onu gördüğünüzü bilmesinin sonraki haksız eylemlerini engelleyeceğine inanır, dönüp işinize devam edersiniz.
Artık bu tip haksız eylem sahiplerini o kadar çok görmüş tanımızsınızdır ki birini daha bilmeye ihtiyaç bile duymazsınız. İnsanların yüzüne karşı yapamadığını ardından yapan, boşluk arayan bulduğunda bunu fırsat bilen birini görseniz ne olacak diye düşünebilirsiniz. Muhtemelen sizden fiziksel olarak zayıf ve güçsüzdür, vursanız yarısı boşa gidecek biridir bunu asla yapamayacağınızı bilir bakmaya bile gerek duymazsınız.
Önceki üç aşamayı içinizde özümsemiş durumdasınız. Gerçekten dönüp bakmaya ihtiyaç bile duymuyorsunuz. Ama kâinatta haksız bir fiil gerçekleşmiş. Yani zulüm meydana gelmiş. Mağdur siz olduğunuz için kendi hakkınızdan vazgeçebilirsiniz evet ama bu yeterli mi? Hak yerine getirilmez ya da onun müdafaası gereği gibi yapılmazsa zulüm eğilimi olan bundan cesaret alır. Hatta davranışında bir yanlışlık olmadığı zannına kapılır. Böylece tepkisiz kalmakla ona da kötülük yapmış olursunuz. Sizden sonra gider, kendinden daha güçsüz belki de bir tokatla ölecek insanlara aynısını yapar. Zülüm artarak devam eder.
Bu yüzden böyle bir eyleme karşı tepkisiz kalmamak gerektiğini düşünürsünüz. İşte hakikat makamı budur!
Tüm bu dört basamağı bir anda, içinizde yaşadıktan sonra ilk basmağa hukuk zeminine dönersiniz. Ve ilk derviş gibi dönüp ona bir tokat vurursunuz ki bir daha başka kimseye aynı eylemi yapamasın. Eğer bunu yapamıyorsanız mutlaka bir kadıya gidip şikâyet edin ki en azından hukuki bir bedel ödesin…
Mesnevide hikâye böyle anlatılıyor. Elbette kendi dilimce bir özet verdim. Merak eden aslına bakabilir ve benden fazlasını da anlayabilir. İlk başta mekânın ıssızca bir yer olduğuna neden değindim. Çünkü eğer sanıldığı gibi olay cami avlunda olsaydı görenler için de nasıl bir sorumluluk doğduğunu tartışmamız gerekirdi.
Bu hikâye ne zaman, tarihimizin hangi aşamasında değiştirildi bilmiyorum ama değiştirenlerin kötü niyetinden eminim. Başta Mevlana olmak üzere tasavvuf ehlinin Marks’ın “afyon” benzetmesinde olduğu gibi kullanılmak istendiğini apaçık ortaya koyan örneklerden biri de budur. Dört kapı ya da dört makam namıyla meşhur bu hikâyenin neden böyle budanıp kuşa çevrildiğini anlamak çok da zor değil sanıyorum.
Bu köşemin adını neden işaret taşları koyduğumu “işaret taşlarını değiştirmek “ adlı yazımda anlatmıştım. Lut kavmi sadece cinsel sapkınlıktan değil işaret taşlarını değiştirerek insanların yolunu şaşırtmaktan lanetlendi. Lütfen kutsal kitabımıza bir kez daha bakalım. Lut kavmi ile anılan iki büyük günahtan birisi budur. Biz magazinsel bulduğumuza odaklandık sadece diğeri de hiç hafifseyecek bir şey değildir.
Bizim yolumuzun tüm işaret taşları ile oynandı, oynanıyor. Allah ve Allah için sevdiklerimiz en büyük aldatma, algı operasyonlarına alet ediliyor. Ama diğer yandan bu imtihan dünyasının olağan işleri bunlar. Mücadele kıyamete kadar sürecek. Bizim yapacağımız bulduğumuz taşı doğru yerine koymak, hem kişisel hem toplumsal hayatımızda, bir işaret taşı düzeltsek ne ala…
Hadi yanlış yerde duran bir taş bulup olması gereken yere getirelim. Dememiş miydi Allah’ın Sevgilisi (s.a.v) , hiçbir şey yapamıyorsanız , “İnanların, yolundan onlara sıkıntı veren bir şeyi kaldırın.”
Cumanız mübarek olsun…