Domuz Çobanı

Domuz Çobanı

İsmail Detseli'den yine güzel, masal tadında bir hikaye...

Birinci Dünya Harbi sıralarında Osmanlı-Rus savaşında Rusya’ya esir düşen birçok askerden biri olan Bursalı Hafız’ın başına gelenleri değerli komşum ilim adamı Hüseyin Sarıkaya’nın dilinden dinlemeye hazır mısınız?

Bir gün Cuma namazından çıktık birkaç komşumuzla birlikte bazı bozuk düzen işlerden yakınıyorduk. Kimileri düzenden şikâyetçi, kimileri idareden… Derken tam ayrılma yerine geldik Hüseyin hocam “durun ve dinleyin” dedi. Durduk, başladı anlatmaya: “Türk-Rus harbinde birçok askerimiz öldü, bazıları Rusya’ya esir düştü. Bunlardan kimisini taş ocaklarına verdiler, kimisini şarap fabrikalarına… Hâsılı çeşitli işlerde görevlendirdiler.

Bunlardan bir tanesi Bursa dolaylarından Kuran’ı hıfzetmiş bir hafızdı. Bunu da bir domuz çiftliğinde domuzların başına çoban yaptılar. Onlar zaten ne hafız bilir, ne hoca adamların din işleri ile hele İslam’la alakası yok, olmaması da normal tabi.

Günlerce aylarca belki de senelerce domuz güden bizim hafız, bir gün bir dağın eteğinde domuzları yayarken içerisine bir hüzün düşer ve kendinden geçmiş bir halde rabbine iltica eder “Allah’ım ben senin dini mübinin ve namusumuzu, şerefimizi, dinimizi korumak için bu küffar ile harp etmeye geldim ve esir düştüm. Ben senin kelamın olan Kuran’ın hafızıyım, onu halen dilimde ve kalbimde taşıyorum. Oysa bu gütmekte olduğum domuzlar, bizim dinimize göre yenmesi, ticareti, kanı, her şeyi haramdır. Acaba benim günahım neydi de diğer esirler başka başka görevlerde yer alırken ben bu domuzları gütmekle memur edildim, bana yardım et Allah’ım, senin her şeye gücün yeter. Böyle niyazda bulunur hafız.

O anda uykudan uyanır gibi olur bir ihtiyar adam vardır karşısında. “Selamün aleyküm ey oğul” der. “Aleykümselam ey piri fani, buyur” cevabını verir. Diyalog şöyle devam eder:
-“Oğul sen nerelisin?”
-“Ben Memaliki Osmaniye’denim”
-“Ne ararsın buralarda?”
-“Esirim dede, esirim amma bir derdim de her gün bu domuzları gütmek”
-“İyi işte ya rahat değil misin?”
-“Rahatım başkalarına bakınca ama benim sıfatıma uygun değil”
-“Nedenmiş o?”
-“Ben Kuran hafızıyım, onun için ağırıma gider. Fakat esirim ne yapayım, mecburum onların verdiği işi yapmaya.”
-“Bak oğlum seni gördüğüm kadarı ile takip eden yok, baya güven kazanmışsın burada. Bırak bu domuzları kaç!
-“Nereye kaçayım, nasıl kaçayım? Yer yurt bilmem ki!
-“Adam gündüzleri saklan, geceleri kaç! Daima güneye doğru kaç! 15 gün sonra gün doğarken şafak söker gibi sol tarafından, güneybatıdan büyük bir ışık göreceksin. İşte o ışık Osmanlı’nın ışığıdır. Oraya koş!

Ve ekler piri fani:
-“Paran var mı?”
-“Yok!”
-“Ben sana 100 Osmanlı altını vereyim”
Hafız buna itiraz eder:
-“Ben bunu sana nasıl ödeyeceğim, ödeyemem!”
-“Sen nereliydin, delikanlı”
-“Bursalıyım”
-“Oradaki Ulu Cami’yi bilir misin?”
-“Bilirim tabi. Rahata erip parayı kazandığın bir Cuma günü o camiye gel namazı kıl camiden çıkarken çıkış kapısının sağ tarafında yüzü peçeli bir kadın olacak, ona ver yüz altını tamam mı?”
-“Tamam”

Piri fani hemen gözden kaybolur. Bizim hafız asker onun dediğini tutar, başlar kaçmaya bir gün, iki gün, gece kaçar, gündüz saklanır, sınırı böyle geçmeyi başarır… Türk topraklarına ayak basar, hem de ihtiyarın dediklerini tamı tamına çıkararak.

Aradan günler geçer hafız vaadini yerine getirecektir. Parayı hazırlar, parayı vermek niyeti ile camiye doğru yola çıkar. Bu sefer de İblis insan sıfatında önünü keser:
-“O adama yüz altını vermeye mi gidiyorsun?
-“Evet, yahu o Rusya’da kaldı sen buradasın. Kurtuldun işte. Seni nerde bulacak bakalım burada kime vereceksin? O adam yok bak. Bir başkasına parayı vermek niye? Vazgeç verme parayı!”
-“Yok, olmaz adam bana çok iyilik yaptı. Yurduma yuvama kavuşmama sebep oldu, yanlış yapmak olmaz”

Şeytan da “Tüh ahmak adam git ver bakalım parayı, eline ne geçecek” der, hemen kaybolur. “Sen nereden biliyorsun deme fırsatı bulamaz” Hafız, Şeytan’a.
Onun da içine vesvese düşer ve paranın yarısını vermeye karar kılar. Namazını Ulu Cami’de eda eder ve çıkışta bakar ki, kapının ardında hakikaten bir peçeli kadın oturmakta. Cebindeki keseyi çıkarıp kadının avucuna koyar. Kadın görünümlü kişi, aslında ona yardım eden ihtiyardır ama kılık değiştirmiştir.

Parayı alınca peçeli kişi ile Hafız arasında şu sözler geçer:
-“Kesenin içerisinde kaç para var?”
-“50 altın”
-“Senin borcun 100 altın değil miydi?”
-“Yok, 50 altın idi”
“Hadi bakalım Hafız ama yanlış yaptın. Ne yazık ki sen olgunlaşmamışsın, biraz daha domuz gütmen lazımmış” der ve yüzünü açıverir, Hafız çok mahcup olur ve kalanını da vermek ister ama adam kaybolur.

Hüseyin Hoca hikâyeyi anlattıktan sonra “İşte acizlenmemize gerek yok, daha çok domuz gütmemiz lazım olgunlaşmak için” deyiverdi.
Çok manalı bir hikâye ve sözün özüydü. Allah yanlış içerisinde olanları ıslah etsin. Amin…