Fatmacık'la Yusufcuk hikayesi

Fatmacık'la Yusufcuk hikayesi

Detseli yazdı: Anlatılanlara göre bir adamın karısı vefat etmiş, ikinci hanım almış.. Eski hanımından kalan iki de yavrusu varmış, biri kız diğeri oğlan..

İsmail DETSELİ

“İbibik dududuk, var mı var mı; yok yok. Ühü ühüüüü”…

İnsan yaşamında bazen öyle olaylar olur öyle anlatımlar olur ki… O hatıralar ve anlatımlar asla bir daha hafızalardan silinmez ve ilelebet devam eder gider… O acıklı dramlı veya gülünçlü olan olayın etkisinden kurtulunmaz.

İşte benim de yukarıdaki yazdığım acıklı dizeler de böyle…  Yıllardır ağladığı söylenen duduk kardeşlerin hikâyelerini analarımız ninelerimiz anlatırken o acıyı hep içimizde hissederdik, bu gün de aynı o duygular içersindeyim.

Bizim köylerimizde sulak olan bölük pörçük ama tabi sulandığı için verimli olan arazilerimiz vardı. Bunlar suyun çıktığı dağlardan derenin akıntısına doğru Yumrutaş, Kestel, Müskümürt, meyve bahçelerimiz Kızılyer, Üçkoz, Bağras, Karabağ, Aşırı gibi mevkilerimiz, bir de Keten Gölü denen yerden fışkıran su ile yine bahçelerimiz bostanlarımız sulanır, bunun da gecesi gündüzü olmazdı. Suyu boşa akıtmamak için gece gündüz demeden nöbetleşe sıramız gelince o sulanacak arazinin başında bulunmak mecburiyeti hâsıl olurdu. Yoksa sıramız geçer, bir daha suyu bulamazdık… Bu arazideki ekinleri ve sebzeleri genelde erkekler sulasa da erkeği olamayan veya çeşitli mecburi durumlardan dolayı kadınların yapması gerektiği de olurdu.

 

Bunlardan biri de benim annemdi. O cefakâr, çilekeş, çalışkan merhum güzel anacığım. Köyümüze hayli uzak olan bir yerde tarlamız vardı, buranın suyu hep geceye denk düşerdi… Annem beni yanına alır, beraber tarlayı sulardık. O, tarlada suyu ağızlıklarken ben de elimdeki fenerle kendisine ışık tutardım. Ayrıca güzel anacığım benim yanında olamadan cesaret alır, işlerini korkusuzca yapmanın hazzını yaşardı. Bu gecelerde bizim köylerimizde gece kuşlarının çalgıları, ötüşmeleri bir ayrı olur; bazıları güzellik aktarırken bazıları da ürperti verirdi. Yaz gecelerinde daha başka acayip ve korkutucu sesler de olurdu… Gecenin sessizliğini bozan ‘Gukkkk Gukkk’ diye öten ve korkutan... Analarımız babalarımız “Üğü kuşu ötüşü” derlerdi. Ama üğü kuşu var mıdır, nasıldır, büyük müdür küçük müdür bilmezdik… Ancak sesi üğü kuşu sesi olarak anımsardık. Bir de benzetmede bulunurlardı:

 

“Üğü kuşu gibi bakar”,  “Üğü kuşu gibi düşünür” diye. Şimdi ben bu kuşu baykuş olarak tasavvur ediyorum. Bir başka kuş türünü de ülükçün kuşu diye tabir ederlerdi, “o nasıl derdik”… Kayaların sarp yerlerinde kuş tarafından taş vurmak sureti ile zor kırılan balçıktan yapılmış, dış hacmi geniş, ağzına doğru ufak kuşun girebileceği kadar bir deliği olan, başka mahlûkatın tehlikesinden korunmak için yapıldığını tahmin ettiğimiz yuvaya da ülükçün yuvası derlerdi. O kuşu yuvaya girip çıkarken görünce onun da ülükçün kuşu olduğunu tahmin ederdik. Mesela yine acayip korkutucu “fıykk fıykk” diye bir mahlûk ötüşü vardı ki buna yılan öter derlerdi… Hatta türküsü bile vardı ama yılanın böyle bir ötüşü olmadığını sonradan anladık… Öten kuşun ne olduğunu ise hala bilmiyoruz.

Kayada yılan öter

Dibinde otlar biter

Ergen kızın koynunda

Yapraksız elma biter

 

Amanın yalen yalen

Ben sana yandım yalen

 

Köşe başı beklerim

Vay benim emeklerim

Yar aklıma düştükçe

Sızılar yüreklerim

 

Amanın yalen yalen

Ben sana yandım yalen

 

Diye başlar, devam eder giderdi.

Arada güzel bir bülbül ötüşü olurdu ki o da geceye ayrı bir güzellik salardı. Bir de çok ürpertici bir ötüş yapanlar vardı, sanki karşılıklı iki kuş sabahlara kadar bu ötüşü sürdürürlerdi.

“Uhuhuuuu uhuhuhuuuu

Ühühüüüü ühühüüüüü” gibi gelirdi bize bu sesler… Çocuk olarak ürperdiğimizi gören anneciğim veya yanımızda bulunan merhum teyzelerimiz-halalarımız bize bu ötüşen kuşların efsanesini anlatırlardı.

 

Gece sulamalarında anamız ya bir kepenek alır, ya da bir eski askeri kaput palto alır, gece serinliğinde üşümemek için üzerine örter, bizleri de kucağına bastırıp üşütmemeye, hasta etmemeye çalışırdı. Hele bahçelerimizin bulunduğu bazen sebze de ektiğimiz dere denen mevkide bu tür gece sulama işlerini yapmak ayrı cesaret isterdi. Dar ve uzun bir vadi olan bu mevkiimizin etrafı yüksek dağlarla çevrelenmiş, ulu kavak ve ceviz ağaçlarının yanında başka meyve ağaçlarının da sıklığından dolayı sarp yaptığı derede gündüz gezmek ve durmak bile müşkülken, mehtabı bile yere yansıtmayan ağaçlıkların arsında böyle bir kuş ötüşünü ve saçtığı korkuyu düşünmek bile istemem. Bir de merhum anacığım gece ve sessizlikten kaynaklanan korkumuzu yenmek için bize bu tür efsaneler anlatırdı.

İşte o karanlık veya ay aydınlığı olan ıssız gecede sessizliği bozan bir duduk kuşu ötüşü vardı ki…  O sesler bize kuş sesinden ziyade bir hayvan veya bir insan yakarışı şeklinde yansırdı. İŞTE EFSANE:

 

Anlatılanlara göre bir adamın karısı vefat etmiş, ikinci bir hanım almış.. Evde eski hanımından kalan iki yavrusu varmış; biri kız diğeri oğlan.. Birinin adı Fatma diğerinin adı da Yusuf’muş… Üvey anne bunlara hiç gün dirlik vermez, onları hep döver, aşağılar… Güçlerinin yetmeyeceği yüklerin altına sokar…  Ama helal temiz süt emmiş öksüz yavrular babalarının rahatı-huzuru bozulmasın diye her zorluğa katlanırlar. Bunu aile içersine yansıtmazlarmış. Bütün bu kadar çok işlerin arasında 10-15 kadar olan davarlarını da bu çocukların önüne katar üvey ana, “bu malları iyice doyurmadan gelmeyin akşam gün batıp karanlıktan sonra gelin” dermiş. Her gün davar otlatmaya giden bu masum kardeşler sabah erken kalkıp uykuya doymadan gidince, her gün nöbetleşe biraz biri uyur diğeri davarlara bakar o uyanır öbürü uyurmuş. Uyuma sırası ablaya gelince abla uyumuş… Yaşı daha küçük olan Yusuf da uyandığı uykunun mahmurluğu ile tekrar uykuya mağlup olmuş, o da uyumuş kalmış.

Ne kadar uyuduklarını bilemeden bir uyanmışlar ki ortada ne davar var ne bir şey var… Üstelik ortalık kararmış, gece olmuş. Baba çalışmakta, üvey ana dersen evde bunları hiç arayıp sormamakta…

 

Durumun vahametini anlayan iki kardeş gece karanlığında sağa sola koşarlar, ararlar tararlar ama ne var ki o zifir karanlıkta mallarını bulamazla… Ama eve de korkularından dönemezler. Bir ara çok yorgun ve bitkin düştükleri gecede yan yana gelirler… Fatmacık küçük kardeşi Yusuf’a der ki “Kardeşim biz bu malları bulmadan eve gidersek anamız bizi öldürür. Öldürse kurtuluruz bize olmadık işkence yapar. Onun için biz Allahımıza  bol dualar edelim. Ardından da amin diyelim güzel Allah’ımız bizi kuş yapsın. Uçup gidelim o üvey anamızın yanına asla dönmeyelim” der.

Fatmacık ile Yusufçuk o küçük gönüllerinden geldiği gibi Allah’a dualar ederler, ‘amin’ derler… Duaları Allah tarafından kabul edilir ve iki kardeş bir anda kuş olup uçuverirler.

 

Ama bundan sonra içlerindeki o mallarını arayıp bulma arzusu hiç bitmez, efsaneye göre bu kardeşler ölümsüzleşirler çünkü Allah’tan istekleri mallarını bulmadan analarının yanına evlerine dönmeyeceklerdir. Kim bilir belki de bu gariplerin malları evlerine de gitmişlerdir ama bunlar o gün bu gündür ve dünya haşroluncaya kadar bu mallarını gecelerde gündüzlerde, dağlarda taşlarda, ağaç tepelerinde halen aramaya devam edeceklerdir. İşte çağrışımları. Ve birbirlerine gönülden korku ile seslenişleri:

Yusuf :

Hatmacıkkkkk.(Fatma)

eyyyyyyyyyy

Varmı varmııııı

Yok yokkkkkk

Yandık öldükkk

Ühühühühühüh

Ühühühühühüü

O bitirince Fatma kız başlar kardeşine seslenmeye:

Yusufçukkkkkk

Eyyyyyyyyyyy

Varmı varmııııı

Yok yokkkkkkk

Yandık öldükkk

Ühühühühühühü

Ühühühühühühü

 

 Bu ürpertici ve üvey anne zulmünü anlatan, anamızı, teyzemizi ya da halamızı dinlerken onun sıcak, sevecen ve himayeli koltuğunun bize verdiği arazideki ürpertiye rağmen sıcaklığın etkisi ile uyurduk…  İlk sabahın ışıkları ile “kalk guzum artık ekini sulamayı bitirdim şu sıcak ekmeği yiyiver de gidelim evimize, başka bir işe daha gideceğiz. Boş durmak yok” deyip yaktığı ateşin üzerinde ısıtıp, üzerine az bir yağ sürüp biraz da peynir koyduğu ekmeği yiyerek karnımızı doyururduk. Sonra da bir başka işe gitmek üzere eşeklerimize binip evin yolunu tutar veya bir başka tarlada iş görmek için ayrılırdık. O gece kuşlarının sesleri ve anamızın anlattığı efsaneyi küçük ruhumuzda canlandırıp dururduk.

 

Anadolu insanı her taşın altında bir şeyler arar ve her şeye bir efsane yaratır. İşte bir Anadolu efsanesi daha:

Baykuşun haneye konması hiç iyi sayılmaz, uğursuzluk getirdiğine inanılır. Çünkü Süleyman peygamberden lanetlidir derler efsaneye göre…

Bir de baykuş efsanesi anlatarak yazıyı tamamlayalım…

Efsane şöyle: Süleyman aleyhisselam zamanında o peygamberin kurtlara kuşlara, inlere cinlere hükmettiğini herkesler duymuştur.

 

Bir gün Süleyman aleyhisselamın eşi der ki “ey sultanlar sultanı ben sana dargınım.” “Neden” der Peygamber… “Sen bütün yaratıklara hükmeden bir padişahsın, oysa bana kuş tüyünden bir yatak yaptırmadın” deyince peygamber kuşlara emir verir “bana hepiniz birer tüy vereceksiniz hanım sulatana bir kuş tüyü yatak yaptıracağım” deyince hepsi bu emre uyup birer tüy verirler. Ama yarasa kuşu peygambere yaranmak için bütün tüyünü bağışlar ve kıyamete kadar çıplak kalır ve hep karanlık yerlerde yaşamayı yeğler… İşte bundan dolayı baykuş tüyünden bir tek tel vermez ve dağlara kaçıp gider. Bunu duyan peygamber bu kuş için yakalama emri çıkartır. İbibik o zaman kuşlarının jandarmasıdır. O yakalamak için baykuşun yanına varınca derki “ne olacaktı bir tüy verseydin, işte yakalama emri verdi senin için sultan, bu da senin neslinin kesilmesi demektir” der.

 

Baykuş “yok bu iş o kadar kolay değil” der. Huzura gelir, “ben adil yargılanmak isterim ey bizim padişahımız” der. O da kabul eder ve hâkim karşısına çıkarlar… Baykuş “hâkim benim dilimden anlamaz sen doğru tercüme edesin” der. “Kabul” der padişah ve sorar “ey padişah dünyada kadın mı fazladır erkek mi” deyince zamana göre erkek fazla olduğu için “erkek fazla” diye cevap alır. Baykuş “sen kendin gibileri de erkekten mi sayarsın” der. Aynı sözleri tercüme eder hâkime ve “evet” der. “Sen hakikaten hakkaniyetli bir erkek olsaydın bir kadın sözü ile bir kuşu kıyamete kadar çıplak bırakmazdın, bak adil ol yoksa vakıf bir yerden bir avuç toprak alır da senin tahtına atarsam tacını tahtını başına yıkarım” deyince. Daha hâkime sözleri tercümeye mahal bırakmadan padişah hemen yere secdeye kapanır, düştüğü bu hatadan dolayı rabbinden af diler. Ve bu kuşa da “sen dünya haşroluncaya kadar ören bekle” der, intizar eder.

İşte efsanenin biri de budur. Saygılarımla…