Geçmişten bugüne anılarım
İsmail Detseli bir şiirden yola çıkarak doğduğu topraklarda yaşadıklarını anlatıyor…
Kar mı yağmış yüce dağlar başına
Merhamet eylemez de gözlerimin yaşına
Henüz girmemiştim on dört yaşıma
Vurdun zalim kırdın da kollarımı dalından
Nerelere gideyim arz edeyim halim ben
İşte böyle diyerek yaşamın bazı olaylarından şikâyet ediyor şair bu şiirinde. İnsanoğlunun yaşamında öyle unutulmaz, kışın soğuğunda yazın sıcağında yaşanmış öyle acı-tatlı hadisler vardır ki bazen kış kıyamette zorda kalır, ölümü ensesinde hisseder, bazen de yaz sıcağında ormanlı dağlarda, bir ulu ağacın gölgesinde yatarken yanı başında şırıl şırıl akıp duran bir pınarın sesini aheste aheste dinlediği olmuştur.
Belirli bir yaştan sonra insan gerek yaşlanarak gerekse hastalık veya gurbete giderek hasretlikle şehir denen ummanın uzay boşluğunda kalıp şöyle etraftaki ulu dağlara bakıp geçmişi hatırlar ve bir daha asla yaşayamayacağını düşünerek; Bir yiğit gurbete gitse / Gör başına neler gelir / Yiğit sılayı andıkça /Yaş gözüne dolar gelir der ve gözlerine yaş gönlüne hüzün dolar.
Dün sabah yatağımdan kalkınca benim de öyle oldu. Bundan sanırım 40 yıl kadar önceleri o güzel köyümüzün dağlarında yaşadığım hatıralar canlanıverdi. Önce kışta yaşadığım birçok hatıralarımın bir iki tanesinden söz etmek isterim sonra yer kalırsa yazdan da bir şeyler anlatabilirim. Her yörenin her köyün kendisine has bir yaşam ve çalışma özellikleri vardır. Bizim güzel ormanlarla kaplı köyümüzde de bu tür yaşam şartları vardı. Köyüm Kilistra (Gökyurt) bir orman köyü demiştim, işte eskiden şimdi de bu ormanın bütün nimetlerinden faydalanırdı köylüler. Bunun en başında kışlık yakacak odun toplamak vardır. Çünkü ısınma, onunla yemek yapma, onunla ekmek pişirme, onunla işte eskiden köyün insanları fakirdi bu kışlık odunları ev hatta koyun keçi sığırlarımıza yedirmek için ormandan kestiğimiz meşe yapraklarını taşımak için aylarca iki merkeple dağlara giderdik. Bir akşam barana arkadaşlarımız ile konuyu dile getirdik ve günlerce dağa gidip gelmektense köylü işbirliği yapalım, imece usulü 15-20 arkadaş her gün birerimize odun edelim, bu külfeti azaltalım dedik. Fikir kabul gördü, zaten eskiden de bu tür işler yapılıyormuş, tabi mevsim kışa doğru idi, eskiden kışlar erken bastırdı. Biz odunları günlük getirmeye devam ederken sonlara doğru bir arkadaşımıza odun kesmek için ormanın köye en uzak 6-7 km kadar olan yerine gittik, dağ yolları, patika merkepler, halsiz dağa vardık. 30 kadar merkep var, 10 kadar da delikanlı varız. Öğleye kadar odunları kesip hazır ettik, ortalıkta müthiş bir kararma meydana geldi, hava değişti ve tam merkeplere odunları yüklerken bir kar bir tipi başladı ki el ayak uymadı, göz gözü görmedi, hatta her birimiz bir yere dağıldık. Kimse kimsenin sesini bile duymadı, o hengâmenin içersinde birbirimizden kopuk, yatsı namazı civarında köye gelebildik ama ne geliş… Ellerimiz ayaklarımız uyuşmuş ölümle burun buruna gelmişiz hatta önümüzdeki hayvanların bir kısmı dağlarda kalmış kimi sırtında yük ile kimisi de boş gelmişti. O geceyi uyumadan ettik çünkü merkeplerin birçoğu köyde değişik evlerden alınmıştı ertesi sabah erkenden dağın yolunu tuttuk dağda kalan iki merkebin donmuş ölüsünü bulduk sadece semerlerini alıp geldik köye ve adamların ölen merkeplerinin ücretini ödedik. Köydeki bu unutulmaz zorluk bizler için yaşanmış bir anıydı.
Bir diğer anım ise güler misin ağlar mısın cinsindendi.
Yukarda belirttiğim üzere yaz sonu ormandan meşe yaprağı kesip gelmek için bir akrabamla dağa gittik, dağın çok sarp bir yerinde olan ağaçlardan yaprakları kestik. Tam merkeplere yükleyeceğiz, o sarp yamaç zeminde ne hayvanın ayakta durması mümkün ne de bizim. Bunlarla uğraşırken önden sırtına yük yüklediğimiz bir hayvan gitti. Nasılsa köyü bulur diye pek aldırış etmedik, öbür üç hayvanı yükleyip yola indirmek saatler sürdü ve nihayet düzlüğe indik. Karşı yoldan yüklü hayvanlar ile geçmekte olan köylülere seslendik “bizim bir merkep kayıp yola çıktımı gördünüz mü?” Adamlar aramızda akmakta olan dereyi gösterip “bakın merkep Ali emminin şelalesine yıkılmış kurtarın” dediler. Kurtarmak için vardık merkep suyun içinde iyice bunalmış, ölmek üzere çıkardık, eve akşama zor geldik. Ama benim içerimde bir başka merak uyanmıştı, Ali emminin biz (şarlavuk) deriz, yani derenin genişleyerek çukurlaşmış olan yeri. “Bu ne demek” dedim yanımdaki büyüğüme, üst yanımızdaki yayla evlerini gösterip şöyle izah etti:
Keyf veren cigaranın dumanı dereyi deniz gösterir.
Bizim köyden iki adam buraya bahar günü at çayırlatmak için gelmişler, yağmur yağmaya başlayınca da bu yayla evine sığınmışlar. Genç olanı tiryaki bir keyf veren cıgara dolamış öbür ihtiyar olanı sigara içmez, tiryaki değil. Adam o kapalı mekânda cıgarara dumanını ihtiyarın yüzüne üfürdükçe adam duman altı olmuş. Artık kalkıp da köye geleceklerinde bu çaydan atlayacaklarmış, adamın gözüne buralar deniz derya oluvermiş. Bşlamış “guzum İzmir’in denizi buraya gelmiş ben nerelerden atlayayım Allah aşkına” deyi ağlayınca buranın adı “Ali emminin şarlavuk”u yani denizi oluvermiş…
İşte anımla dolan sayfam ile sona erdi. Saygılarımla…
İsmail Detseli