Gilistra'da Ahır Damları

Gilistra'da Ahır Damları

Adamlar sanki inadına zevk için odun çalmaya gelirler bunu da kendilerince bir hüner sayarlardı. Ve bu kavga dövüşlerin ardı arkası hiç kesilmezdi.

İsmail DETSELİ

Ahırların ve ahır kelimesinin Türk geleneğinde çok büyük bir öneme sahip olduğunu söylemek zaid olur mu…Türkler, gerek at sevgisi gerekse hayvanlara olan merhamet duygularından dolayı atlarını öküzlerini merkeplerini, koyun, keçi gibi her yönüyle istifade ettiği hayvanlarının barınmasını kendi barınağı kadar önemli tutmuştur. Bunların başında da hayvan istirahatgahı ahırlar gelir.

Bunların halk dilinde bazen mecazi olarak kullanıldığı yerler de vardır örneğin “ahırı gördün mü, ahırdakileri yemledin mi, ahırda yattın mı?” gibi… Eskiden köy evlerinde bildiğimiz ahırlar şehirlerde hanlarda çok var idi onların batması, yemlikleri betondan olurdu ama köylülerin ahırlardaki yemlik batmaları tahta veya taşlardan yapılırdı.

 

Burada hikayeme başlamadan önce aklıma gelen bir anımı sizlerle paylaşıp sonra hikayeye döneceğim. Yıl 1986-87 idi… Çalıştığım kurumun verdiği görevle köylere ekip götürüp kurumum adına görev yapıyordum. Konya’nın yakın köylerinden birinde memurları görev için bıraktım halk içerisinde sohbet ederken o yılların 75- 80’lik bir amcası bana oturduğu yerden “ehbap nirelisin” dedi? Eskiler köyümü Gilissira olarak bildiğinden bende “Gilissiralıyım” dedim. “Sizin oralara yakın filan köy var mı?” “Evet”, “Oradan filan adamı ve oğullarını tanır mısın?” “Tanırım”, “Onun küçük oğlu benim damadım” “Öyle mi, İyi tanırım yalnız eskiden sık görürdüm şu son günlerde göremez oldum nerelerde acaba?”, “Göremezsin”, “Neden?” “Osmanlı’nın ahırında da ondan”, “Ne yapar ahırda çoban filan mı?” deyince adam, beni başımdan tutup şöyle salladı “Sen de bek safsın ellehim (sanırım) herif” dedi. Ben “anlamadım bu ne demek” deyince çevreden gülüştüler, meğer hapis damına Osmanlı ahırı derlermiş. Sebebini de anlattı. Bir suçtan dolayı hapiste imiş damadı onu anlatıyormuş bana, hepimiz de bir hayli gülüştük tabi bu hikayeye. Hani eskiden beri vardır bu tür deyimler. Örneğin Cıngıllının Çardağı vardı çok meşhurdu. Bunu böyle hikaye ettikten sonra gelelim köyümden anlatacağım ahır damları hikayesine.

Çok geniş bir arazi yapısına sahip olan benim doğduğum Meram ilçesine bağlı (Gilisira) Gökyurt köyünün arazisinde değişik isimler almış olan çok ilginç semtler vardır.

 

Arazimizde bu semtler Aşağı Dağlar veya Aşağı Arazi, Yukarı Dağlar diye adlandırılan bu da arazimizin tam ortasında bulunan köyün her yönünde kuzey güney doğu batı olarak geniş bir araziye sahip olmasıdır. Yukarı dağ denilen yerler köyümüzün tam batı yönüne düşen son yıllarda adından çokça söz edilen en az 1800 yıllık kilise ve saray kalıntısı bulunan Alisumas dağına yakın dört bir tarafını dağların çevrelediği yeşilliği. Kendine has olan soğuk akarsuyu (su çıktığı) geniş yapraklı bir ağaç olan ve köylüler tarafından cinsine kasnak denen bir meşe türü ağaçlarının süslediği, kuzeyinde ısırgalının çatal ve onun etekleri olan ekiççe güneyi dağı. Güneyinde Büyük Gedik veya Murat oturduğu diye adlandırılan uzunca düzlüklerin oluşturduğu bir uzantı (yayla misali) ve doğusundan gelen bu vadinin düz olarak en sağlıklı giriş yönünde hafif bir dik yokuştan aşarak çıkılan Küçük Gedik ve uzunca bir dereyi takip eden Kirazlı Boğaz.

 

Batısında ise batı tarafı İnlice’ye ait olan doğu tarafı ise bize ait İnlice kasabasının hudut boyu olan tepesinde ağaç bulunmadığından olsa gerek sanırım Dazlak adı verilen ulu bir dağ. Bu dağın eteklerinde ise Gedik Yatak denen köyümüzün 40-50 yıl önce çok işini gören ve buralarda özgürce otlayan kendine güvenleri ile bilinen köylünün emeğini yemeğini çalışmasını yüklenen öküzlerin yattığı bir öküz yatağı (ağıl veya tokat) ayrıca bu dağın zirvesinden süzülüp akan adına Dazlak Pınarı denen ve asla suyu yosun tutmayan buz gibi suya sahip bir pınar ve bu vadiye şırıl şırıl akarak hayat veren yemyeşil bir düzlüğün adıdır Ahır Damları.

 

Buranın isminin Ahır Damları oluşu eskiden anlatılanlara uygun olduğunu düşünerek 1071 Malazgirt savaşı ile Anadolu’yu Türklere açan cennet mekan büyük komutan Alpaslan’dan sonra Türkler göçerler halinde hızla Anadolu içlerine doğru akın etmişler. 1138’de Konya’yı fetheden Süleyman Şah’ın daha evvel buraların dağ yörelerine göçer olarak yerleşen aşiret Türkler’den çok destek aldığını söylermiş köydeki eski bilginler.

 

İşte bunlar bizim köylerimiz ve çevre köylerde de bu vaziyette iskan olunca burada oturan Rum ve Ermeni ailelere önceleri yukarı dağlara çıkıp kendilerine savunma yapmak istemişler bun da başarılı olamayınca çevrelerinde gayet uyumlu ve zararsız bir hayat sürmekte olan Türk aşiretlere köyde toplanarak beraber yaşama önerisinde bulunmuşlar ve bir taraftan da başka kavimlerin saldırılarından daha iyi korunmayı yeğlemişlerdir. Bu durum kabul görünce her gelen oba arazisini köyün arazisine katarak bu geniş Gilisira ( Gökyurt) köyünün arazisini genişletmişlerdir. Örneğin bugün kışla mevkiinde bulunan daha önceleri bir İpek Yolu geçidinde önemli bir yere sahip viraneler köyü bile kalkıp gelmiş bizim köye yerleşmiş Aşağı dediğimiz yöredeki arazisini getirmekle kalmamış bu Ahır Damlarına yakın bir yer olan kışla yaylasını yazlık yayla olarak kullandığı için burayı da köyün arazisine dahil etmiştir.

 

Peki, daha başka hangi sülaleler veya aşiretler var, derseniz halen köyümüzde isimleri ile matuf Abbaslar Abbasınağıl yerinden. Davutgil Davutlar mevkiinden. Hesegil Heseyeri mevkiinden. Halisoğulları halisoğlu koyağından Kellecigil Döllükten Kellecininpınarı denen yerden yukarı dağlardan ise Kurtoğulları, Kalaycıoğulları, Cansızoğulları. Uzun oğlunun kuzdan uzun oğulları cansız oğulları Arayayla başındaki Cansız çayırlığından. Veyseloğulları’nın yine Arayayla başındaki düzlüklerden geldiğini merhum Kadıoğlu öğretmen Mustafa Efendi anlatırdı. O merhum hocam başlı başına bir tarihti. Bana anlattığına göre kendi aşiretleri de bu adı geçen ahır damlarından gelmiş Kadıoğulları denirdi.

 

Burada ikamet edildiğine dair birçok delil vardır örneğin İslamgediği, Türkmen mezarları bir hayli kalabalık bir mezarlık, Kışla yaylası ekin ektikleri yerler…. Örneğin Arpalık, Musa Bey denen yerde Musa beyin oğulları, Araplar Gökbel gediği, Çoş yatağı, Yassıtaş, Büyük yayla, İngüneyi, Porpınar, gibi semtler bu ikametin doğrulunu ispatlıyor. Ayrıca köyden 4 km’ye kadar yukarıda gözet taşı denilen yerde köydeki hareketlilik buradaki kışlaklayan göçerler tarafından gözetlenirmiş. Çünkü hemen bu tepenin kuzeyinde Kör Hasanın söktüğü arpalıkta mevcuttur. Şimdi bu kadar bilgiden sonra yine dönelim esas mevzumuz Ahır Damlarına.

 

Bu vadinin bu kadar övgüye değer görünümünden başka bazı korku saçan kayalık ve ürperti veren sarp yerleri de mevcuttu. Benim de bu dağlarda ve bilhassa bu yerde küçük yaşlarımda yaşadığım birçok hatıram vardır. Bunların bazılarını kendim yaşamama rağmen bazılarını da büyüklerimden yaşanmış bir öykü olarak dinlemiştim.

 

O kadar güzel bir dağ ve çekici vadi ki, gündüzleri seyrine ve havasına doyulmayan vadi akşam olup da gece karanlığı çöktü mü çevresindeki o yüksek ve sarp dağlar sanki bir kartal yuvasının üstüne inercesine kararır ve meydana çıkan kurt, çakal, yaban domuzu yılan çıyan gibi bütün mahlûkatın sesine bir de ağaçların gece rüzgarı ile gelen hışırtısı korkunç bir kabusa döner ve insanın içini ürpertir. Bu vadinin üstünde bir koruma gibi duran ve adından bahsettiğimiz Dazlak dağının tam eteğinde yöreyi İngüneyi’ne bağlayan bir gedik var, işte burası gedik yataktır.

 

Osmanlı’dan sonra harplerden arınıp da bir genç Cumhuriyet kuran Türkler tabiî ki bu savaşların getirdiği yokluğu ve yoksulluğu 1980 ortalarına kadar yaşamışlar. Bunun için o yılların dağ köylerinin vazgeçilmezi olan ve ekmek teknesinin can damarı çiftçinin sürdüğü ekinini ektiği harmanda düğenini sürdüğü bereket timsali öküzler vardır. Bu öküzlerle ekilen ve tam da randımanlı olmayan tarlalardan kalkan yem ve saman yeterli derecede besleyici olmadığı için bu dağların otundan meşe ağaçlarındaki yaprağından da istifade edilirdi hayvan yemi olarak. Bu tür yeşil vadiler adeta köylülerin bir samanlığı niteliği taşırdı. Bu öküzlerin akşamları toplanıp yattığı yere gedik yatak denirdi çevresi basit taş duvar ve çalıdan çitler ile çevrilmiş yerde gündüzleri dağlarda otlayıp sulandıktan sonra gece buraya gelir yatarlardı. Bazen guruplar halinde başka dağlarda da yatanlar olurdu onlarda kurt kuş korkusu pek olmazdı.

 

Ben bu malların üç yıl kadar bu dağlarda çobanlığını yaptım. O zamanlar yaşım 12-13 idi sabah erkenden tokadın kapılarını açardık yanımda çoban arkadaşım olan ve benim hamim sayılan merhum Osman amca ile öküzler dağlara doğru öğür çekerek (böğürmek) akşam yatağa gelirken sabah da yaylıma giderken bu seslenişleri yaparak etrafta düşmanlarına korku saçarlardı. İşte biz de bunların bu böğürmelerinden cesaret alırdık. Dağlarda insana cesaret verdiği yerler buralardır. Onlar yaylıma giderken biz de her zamanki yemeğimiz olan bulgur pilavını tencereye salar yerdik ve arkalarından köydeki avarlara ekinlere inmemeleri için bazı belli gedikler vardı, oralara gider onları bekler zarar yapmalarını önler, akşam yatağa doğru çevirir sonra kendimiz de Gedik yatağa gelirdik. Bu hayvanların ihtiyar olup da yavaş yürüyenlerine yemekten sonra gelişlerine şahit olurduk. Ve onların yanına takılmış gitmekte olan onların himayesine sığınan ufak danaları görürdük. O büyük öküzlere saldıramayan kurtlar bu kafileyi takip eder arkalarda kalan danalara saldırıp onları kendilerine yem yaparlardı ama bu öküzler fırsat verirse tabi… Bu dağların yabani hayvanlarına karşı ehil hayvanlar öyle bir birliktelik içinde olurdu ki sanki yaradan onlara bu düşünceyi ve fikri veriyordu. Ve yaklaşan tehlike karşısında çeşitli sesler çıkararak birbirlerini haberdar ederlerdi. Ben bu hayvanların hareketlerinden çok haz alırdım. Bazen kar yağıncaya kadar buralarda kaldığımız olurdu. Köyde az kimsenin evinde bulunan radyolardan dinlediğim yanık ve dağ türkülerini söyler bazen de hüzünlenir, ağlardım

 

Kar mı yağmış yüce dağlar başına

Merhamet eylemez de gözlerimin yaşına

Henüz yeni girmiş on beş yaşına

Vurdun zalimmmm kırdın

Kollarımı dalından

Nerelere gideyim arzedeyim halim ben

Şu dünyanın sefasını sürmedim

Geçti cahil ömrüm bir murada ermedim

Eller gibi devri devran görmedim

Vurdun zalimmmm kırdın da

Kollarımı dalından

Nerelere gideyim arzedeyim halim ben

 

der der ağlardım Osman emmi de ağlardı onun çocuğu da olmamıştı hiç

Bir başka türkü

 

Göz göz olmuş yüreğimde yareler

Yetim kaldı anasız ciğer pareler

Şu dünyanın derdi bizi kahreder

Öldüm dağlar ödlüm de boranından kışından

Atmak mı istiyon da ben garibi başından

Ardından yine yeşillendi fındık dalları diye şıkırdımlı havayı aldırdım mı Osman emmi “ulan hay sen çok yaşa be gara ısmaylım” derdi. 

 

HAYVANLARIN YARDIMLAŞMA İÇGÜDÜSÜ

 

Dağdaki hayvanların birbirine sahip çıkmalarına şahit oldum. Öküzler ile otlamaya giden bir tana azgın bir kurdun saldırısına uğradı. Kurt öküzlerin arkasında yalnız giden danayı ani bir refleksle boğazından kavradı yere yatırdı. Dananın acı sesine hemen geri gönen öküzler kurdun üzerine saldırıp korkunç böğürtü sesleri çıkarak boynuzlarıyla kurdu darbelediler ve bir öküz dananın boğazını sıkmakta olan kurdu taktığı boynuzu ile onu iki metre kadar havaya fırlattı. Bir diğer öküz de saldırı halinde idi, daha kurt yere düşmeden öbür öküzün boynuzu üzerine düşünce o sivri boynuz kurdun karnını delik deşik etti ve öldürdü. Yerde acı ile kıvranmakta olan dananın yarasını bir başka öküz yalamaya başladı ona yardım ederek ayağa kalkmasına yardım ediyor diğerleri de görevlerini yapmışçasına yine bağrışarak yollarına devam ediyorlardı. Ben hemen çoban arkadaşım merhum Osman emmiye haber verdim “emmiii bir ufak danayı canavar yaraladı” diye. O emmi koşarak gelip dananın yarasını iyileştirmeye çalıştı. Yaktığı ateşte ısıtıp kızarttığı taşları yaranın üstüne basarak yakmak suretiyle tedavi etti, bu da bir çoban tecrübesi idi.

 

YİNE BİR HATIRA

 

Öküzlerin otlakiye yeri olan Cansızın Çayırlığı’nda onlar otluyor ben de öğle sıcağının rehaveti ile çayırlıkta bir ağacın gölgesinde yatıyordum. Bir ara çok şiddetli bir öküz böğürtüsü ve homurtusu duydum ve yanımda başak bir öküzün ayak darbelerini duyuyordum sanki beni çiğneyecek zannedip yerimden fırladım. Ne göreyim yanımda 2 metre uzunluğunda bir kocaman yılan var, beni sokacak.. Öküzlerin birileri sesleri ile bir diğeri de ayak darbeleri ile yılanı ezerek pestile çevirdiler ve öldürdüler. Ben bu 200-300 kadar cesur öküzün içerisinde kendimi daima güvende hissederdim, sanki onlarla arkadaş gibiydim. Çünkü akşamları ve gündüzleri hep beraber olurduk. Onlar yatak yerlerinde bize güvenip yatarken biz de gündüz onları iyi otlu yerlere sürüp oralarda otlatırdık.

 

Bu Ahır Damları denen vadinin Küçük Gedik diye adlandırdığımız giriş boğazında bir yüksek kayalık vardı. Bu kayalıkların arasında uzun, dibi görünmeyen boşluklar mağaralar vardı. Burada yaşanmış bir hikayeyi yakın köylerimizden birinden ve bize komşu olan arazimizi de iyi bilen şimdi merhum oldu çok cesur bir adam Yörük hacıdan dinlemiştim. İkimizde çobandık o eskileri anlatıyordu. Şöyle anlatırdı:

 

Ismaylım sene 1928–30 filan idi. Duydum ki sizin bu ahır damlarının girişinde Küçük Gedik denen yerde bir ayı yaşıyormuş. Tabi başka mahlûkat var da ayı ilk defa gelmiş buraya.

 

Hem ormandan odun yaprak toplayan halk korku içerisinde hem de sürü otlatan çobanlar korku içerisinde. Bana “hacı ağa bu ayı muhakkak ikidir eğer bir de yavrularsa buralara bizler de kadınımız kızımız da asla gelemeyiz” dediler. Bu ayıyı kafama taktım o arada kış mevsimi geldi, ben bunun takibine düştüm. Bir sabah kalktım baya bir eyi gar yağmış. Mavzerimi fişeğimi aldım yengen ile halalaştım( helallik alma) çıktım yola. O gediğe geldim ki baktım rivayatlar (anlatılanlar) doğru ayı ine girmiş. Azığım yanımda o gün bekledim hiç akşama kadar çıkmadı inden. Ben de bir başka inde zabahladım. O gün güneşle uyandık yine erkenden vardım inin ağzına, çıkmamış amma çıkacak içerden homurtular geliyor hemen üzerindeki kayanın yüksek yerine çıktım, deliği gözetlemeye başladım. Yalnız işin içinde çok tehlike var, eğer vuramaz isem ya da yaralı kalırsa beni öldürür ayı bunu biliyom. Nihayet kuşluk vakti gerinerek çıktı dışarı, etrafı kokluyor, aşağı yukarı bakınıyor, bir şeylerden şüpheleniyor. Kızılca koltuk dedim iyice nişan aldım (ön bacakla boyun arası kızılca koltuk) bir ateş ettim. Ulen ısmaylım bir bağırdı amma ayı ordaki bir iki tane koca koca baranız meşe ağacını kökünden söktü (baranız baldır kalınlığında meşe ağacı) ben o anda kendimden geçip bayılmışım gorkudan. Ne kadar baygın kaldım bilmem yüzüme gar taneleri düşünce üryadan (rüya) uyanır gibi uyandım. Çevremde fena bir goku var. Baktım ülen ben altıma etmişsim, ayı da taaa Detse (Yeşildere) köyünün dağında en az 8-10 kilometre yere kadar gitmiş kan zayiinden orda ölmüş. Ondan soğna bizde rahatladık köylüler de…

 

YİNE BİR YAŞANMIŞ OLAY

 

Bizim köyümüzün gerek arazi genişliği ve gerekse de ormanlarının bol oluşu çevre köylerin daima ilgisini çektiğinden durmadan bu köyün otlak ve ormanlarından faydalanırlardı. Kaçak sürülerini otlatmaları, ormanlarını acımasızca yakacak olarak kesmeleri, bizim köylülerimizin çok defalar can ile mal ile bunlara karşı direnç gösterirken diyetini de her iki taraf pahalı ödemişlerdir.

 

Bu Gedik Yatak diye tabir ettiğim öküzlerin gece yatağı olan yerde bir gece yatarken 500 metre kadar uzağımızdan sabahın daha henüz saat 4-veya 5 sularında şiddetli bir silah sesleri ile uyandık. Meğer çevre köylerden odun çalmak için bizim dağlara gelenler ile bizim köyün bekçileri ve gençleri bunların geleceğini veya her zaman bu tür hırsızlılarını bildikleri için evvelden haber alıp dağda pusu kurmuşlar. Onlar da odun çalmaya gelince çatışma başlamış biz iki çoban korkudan onları sabahın ilk ışıklarına kadar seyrettik geriden. Silah sesleri sustu herkes köylerine doğru geri çekildi Allah’tan ki insan canı zayiatı olmamıştı ama ne yazık ki 40-50 tane kadar at ve eşek bu çatışmada arada kalarak can vermişti.

 

Bu tür olaylar sık sık yaşanırdı bizim oralarda. Adamlar sanki inadına zevk için odun çalmaya gelirler bunu da kendilerince bir hüner sayarlardı. Ve bu kavga dövüşlerin ardı arkası hiç kesilmezdi. Tabi bu olayların bedelini yine dağlarda çoban olarak herkes evine çekildikten sonra orada mecburi olarak kalan bizler çekerdik. Bir de siz ihbar ettiniz diye odun kaçakçıları bizleri geceleri taciz ederlerdi. Biz de o korkudan esas yerimizi olan çoban sağlıkta değil de bilinmeyen bulamayacakları kaya köşelerinde ağaç diplerinde gizlenerek yatardık. Bunlarda o zamanın hatıraları idi. Saygılarımla…