Seyit Küçükbezirci
Göz kemiği, tahta tabut ve bana dair bir şeyler
Mehpâre; ay parçası. Aya, “Sen doğma, ben doğayım” diyen güzellikte. Kudretli “Sultan”ın bir tanesi, tek çocuğu. Aylardır hasta; iğne iplik olmuş… Karada yürüyen, suda yüzen, havada uçan ne varsa şifâ için yardıma çağırılmış… Mehpâre, güneşin soluşu gibi; ayın kararması gibi…
Sultan, güzel kızının erimesini tarif edilmez çaresizlik içinde izliyor. Sultan’ın hazinesi bile gözden çıkarılmış; ama altın/elmas şifa değil ki.
GARİP BİR HEKİM, AVUCUNDA BİR KEMİK
Garip bir adam gelir, şehre... Şehir yas içinde… Durumu öğrenir, “Ben çare bulabilirim acınıza; Ay parçanızı tedavi edebilirim” der. Garip adam çok yaşlı, sakalı göbeğinde, sanki elbise giyinmiş bir iskelet gibi…
Sultan’ın huzuru... “Durumu biliyorsun, garip hekim… Mehpâre’m soldu gitti. Hiç ümidim yok; ama, sen de dene şansını… Kızımın sağlığına karşı hazinem… Tamam, mı?” der Sultan.
Garip Hekim, “Tamam Sultanım… Kızınızı sağlığına kavuşturursam…” der; cebinden küçük bir kemik çıkarır; “Bunun ağırlığı kadar altın isterim”. Sultan, bir garip kaçıkla karşılaştığını düşünür; ama, bir ümit…“Tamam” der; “O kemik ağırlığınca altın alacaksın...”
Sözü uzatmayalım… Bitkilerin özü, çiçeklerin suya, cevherlerin tozu; birkaç ayda Mehpâre iyileşir... Sıra garip hekimin ücretini ödemeye gelir…
Sultan emreyler; “Getirin teraziyi, biraz da altın; O Garip Hekim de gelsin...”
Terazi ortada… Kemik kımıldamaz bile... Bir kova altın dökerler, terazi almaz olur, kemik kımıldamaz bile... Sultan buyurur; “Kantar bulun”!
Kantarın bir gözüne “kemik”; karşı tablasına bir çuval altın... Tık yok; “kemiğin” umurunda değil... Sultan şaşkın... Garip hekim boynu omzuna yıkık; “Hakkımı isterim” der gibi bakmakta...
Sarayın meydanına, günlerce çalışılır, bütün hazineyi alacak kefeler yapılır... “Kemik” bir yana, bütün hazine bir yana konur... Kemik, kımıldamaz bile...
Sultan acz içinde; Garip Hekim hakkını ister, devletin hazinesi “kemik”in karşısında tüy gibi. Mehpâre, Sultan babasının eline sarılır; “Baba, borucumuzu ödemeliyiz” der. Haber salınır, dost sultanlıklara; borç alınan altın develer yükü. Yığılır, “kemik”in karşısına. Bana mısın, demez.
Garip Hekim, “Sultanım”, der; “O kemiği altınla tartamazsınız. Bir avuç toprak getirsinler” der. Toprak getirilir, Garip Hekim kemiğin üstünü toprakla örter. Birden kemiğin olduğu kantar gözü havaya kalkar. Sultan şaşkın; beyler/paşalar şaşkın. Garip Hekim, “O kemik, göz kemiği” Sultanım. Dünyanın hazinesi ona vız gelir. Onu “Toprak” doyurur” der; “Onu bir avuç toprak doyurur…”
ÖLÜ KEMİĞİ; TAHTA TABUT; “EYN-EL MEFER”
Benim anlayışıma göre; okurları, yazarlarının bazı “özelleri”ni de bilmek hakkına sahiptir. Ve hemen şu tırnağı da açmak gerekir: “Okura söylenen yalan, yalanların en iğrençlerinden birisidir”.
“Hemfikir”sek konuya girebiliriz.
Şu geçtiğim, yani harcadığım 70 yıllık ömrümde, çoğu zaman başıma pişmiş tavuğun başına bile gelmeyenler geldi; neye inanıyorsam onu yaptığım için…
Şahâne sevinçler yaşadım, yüzlerce kez mutluluktan başım dönü. Ama, akla ziyan korkular da yaşadım. Sürekli yaşanan korkuların insanı nerelere götürebildiğini ancak yaşayanlar bilir. İşte, “korku”nun hücrelerimde bile hâkimiyetini sürdürdüğü 26 yaşımda “mezarlık”ların farkına vardım. Mezarlıklar en özgür, en dokunulmaz saatlerin yaşandığı yerler.
Böyle, korkunun vücuduma ve ruhuma egemen olduğu bir günde, Üçler Mezarlığı’nda yeni gömülen bir ölünün mezarının kıyısında, telâştan gömülmeyip unutulmuş bir “kemik” gördüm. Sanki “kemik” ölümüne korkumu anlamıştı; sanki “kemik”; “Eninde sonunda benim gibi olacak olduktan sonra bu korkun niye?” diyordu. Söylediği doruydu; uzunluğu parmak kadar var/yoktu. Alıp cebime koydum. Sol cebim artık onundu; birlikte yaşamaya başladık.
Kafam da, ruhum da müthiş ve muhteşem bir özgüven içinde yıllar geçmeye başladı. Ne zaman korksam, paniğe kapılsam elimi cebime sokuyor “kemik”i avucuma alıyordum; “Nasıl olsa böyle olacaksın, niye boşuna korkuyorsun” diyordum. Gururlanıyordum, kemik elime değince kendime geliyordum. Kızıyordum, köpürüyordum; dalgınlıkla elim cebime girince kemiğe değince uslanıyordum. “Eninde sonunda kemik olacak olduktan sonra” diyordum.
Evde, Elmas Hanım, kemiği fark etmişti; bazen horozdan korkan Seyit, bir an sonra aslan avlamaya çıkıyordu.
Çok rica etti; “Cebini temizleyemiyorum. Ölü kemiği toprakta olmalı. Toprakta olmayan kemik azap çeker. Vazgeç yapma” diye dilinde tüy bitti. Yapamadım, kemikten vazgeçemedim; kabuksuz kaplumbağaya dönecektim.
Bir gün, “eski dostum” avukat Hasip Şenalp çıkageldi. Beş/on yılda bir gelirdi. “Seyitciğim, bak sana ne getirdim” dedi. Masanın üstüne, bu yazıda resmini gördüğünüz zarif tabutu getirdi. Üstünde yazılar. Bir yanında “Eynel Mefer”, üstünde; “Ey insan?”/Öte yüzünde: “Kaçış nereye?”
İşte, “Kemik”in yerini bu “tahta tabut” tutabilirdi; “kemik” elimden kurtulabilirdi. Öyle de oldu. Cebimde otuz yıl taşıdığım; bana kaplan cesaretleri, derviş tevekkülleri yaşatan kemiği gidip, onu aldığım mezarlığın bir yanına gömdüm.
Sevgili kardeşim Hasip Şenalp Bey’in “Hikmetinden sual olunmaz” hediyesi “tahta tabut”, korktuğumda, şımardığımda, üzüldüğümde yirmi yıldır karşımda. Üçler’den aldığım “ölü kemiği”nin görevini üstlenmiş halde. Ne varlığa sevindiriyor; ne yokluğa yerindiriyor. Bir gün garip bir kemik olacak olduktan sonra; afran tafran, çalımın çulumun neye yarar ki?