Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Güven toplumunun önündeki engeller ve çözüm yolları
GİRİŞ
Arapça'da iman kelimesi, "her türlü korkunun gitmesi ve nefsin huzur bulması" anlamına gelen emn kökünden türemiştir. (İsfehânî, el-Müfredât, İstanbul, 1986, 30). Bilindiği gibi, Yüce Allah'ın en güzel isimlerinden birisi de "el-Mü'min" (Haşr 59/23) olup; "tasdîk eden, emin kılan ve güven veren" anlamına gelir. Hiç kuşkusuz kullarından her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere iman ve korku içinde olanlara emniyet veren ancak Yüce Allah'tır. O'na inanan ve O'na güvenen kimseler yegâne güven kaynağına tutunmuş olurlar. Nitekim sonradan Müslüman olanlara, "niçin Müslüman oldunuz?" diye sorulduğu zaman, ekseriyeti, "kendimi güvende hissetmek için Müslüman oldum" cevabını vermişlerdir. Allah'tan gelen ilâhî öğretiyi diliyle ikrar eden ve kalbiyle tasdik eden kimseye de ‘mü'min' denilir. Mü'minlik sıfatıyla özdeş olan kimse, kendisini varoluşsal anlamda güvende hissettiği gibi, aynı şekilde çevresindeki varlıklara da güven telkin eder. Nitekim Hz. Peygamber mü’mini; “malları ve canları konusunda kendisine güven duyulan kişi kişi” ( Tirmizî İman 13; Nesai İman 8), olarak tanımlamıştır. Bir başka rivayette de güvenilirlik vasfını, imanın gereği olarak bildirmiş ve güvenilirlik vasfı olmayanın imanının da olamayacağına dikkat çekmiştir. (Bkz. Ahmed b. Hanbel 3/154). Öncelikle içimizde "güven"i tam olarak sağlarsak, dış dünyada da bir "güven" atmosferi oluşturabiliriz. Müslümanların yaşadığı şehirler "güvenilir belde", coğrafyalar da bir "güven adası" hâline dönüşebilir. Tarihte İslâm'ın yaşandığı Müslüman toplumlarda, bu varoluşsal güvenlik sayesinde bütün coğrafyalara güven ve emniyet gelmiştir. Yemen'in başkenti San'a'dan tek başına yolculuğa çıkan bir kadın ya da süvari emniyet içinde Hadramevt'e kadar gelebilmiştir. Bunun sebebi, asıl güven kaynağı olan Allah'a inanmak ve bu inancı hayata yansıtmaktır. Acaba bugün neden halkı Müslüman olan coğrafyalar “güvenilir belde” olmaktan çıkmıştır? Bugün yaşadığımız çağda yaklaşık bir buçuk milyarı geçmiş koskoca bir İslam âleminin her tarafından iniltiler geliyor. Bütün köşelerinde; gözyaşı, ölüm, vahşet kol geziyor. Çocuklar yetim, kadınlar dul ve sahipsiz kalıyor. Neden acaba binlerce Müslüman, ekmeğini yediği, havasını teneffüs ettiği ülkelerinden kaçarak mülteci konumuna düşürülmüştür? Tekrar bu coğrafyalarda güven ve istikrar nasıl sağlanacak, güveni bozan engeller nasıl bertaraf edilecektir? Şimdi de bu sorulara cevap arayalım.
- Özgürlük Sorunu
İslam inancına göre her şahıs, özgür olan bir takım haklarla dünyaya gelir. Bunlar; yaşama, mal, nesil, akıl ve din özgürlüğüdür. Annelerinden özgür olarak dünyaya gelen kimseleri bu haklardan mahrum etmeye ve bu insanları köleleştirmeye kimsenin hakkı yoktur. Her bireyin ayrıca; sivil, siyasal, sosyal, hukuki, ekonomik ve kültürel bir takım hak ve özgürlükleri de vardır. Ayrıca İslam Dünyasında şiddet dilini benimseyen dini akımların ortaya çıkmasının arka planında ifade ve yasal örgütlenme haklarının engellenmesinin payı unutulmamalıdır. Hak ve özgürlükleri askıya alma, ‘ötekinin’ düşünce açıklama ve düşüncelerini siyasete taşıma gibi taleplerini bastırmak, beraberinde içe kapanma, taklitçilik, aşağılanma ve gelecekten ümit kesme gibi sosyo-psikolojik durumlara yol açar. Bu sebeple özgürlük alanlarının önü açılmalıdır. Özgürlük, toplumun asayişinde emniyet tahliyesi işlevi görür.
- Ayrımcılığın Körüklenmesi
Yaşadığımız dünyada temel hak ve özgürlükler alanında en büyük ihlaller etnik, mezhepsel ve cinsiyet ayrımcılığı alanında ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki renklerin ve dillerin ayrılığı doğal haklardandır. Bu sebeple İslam, renklerin ve dillerin ayrılığını Allah’ın varlığının belgeleri olarak göstermiştir. (Rum, 30/22). İnsan, rengini ve dilini seçerek dünyaya gelmez. Bu sebeple bir insanı, renginin ve dilinin farklılığından dolayı kınamak, İslam’da büyük günahlar arasında yer alır. Bütün insanlar Allah’ın birer yaratığıdır ve hepsinin kökü birdir. (Hucurat 49/13). Dolayısıyla, etnik köken ve renk ayrımcılığı, insan hakları bakımından bir zulümdür. Yaşadığımız çağdaş dünyada hala etnik çatışmalar yaşanıyorsa bunun arkasında ırkçı söylemi dillendiren cahiliye zihniyetinin yeniden ihya edilmesi vardır.
Öte yandan İslâm gelişiyle birlikte her türlü cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmış, kadın ve erkeğin bir bütün olduğunu ortaya koymak suretiyle her iki cinsin de Allah’ın teklifleri karşısında eşit düzeyde sorumlu tutulduğunu bildirmiştir. (Tevbe 9/71). Nitekim Hz. Peygamber de kadına karşı yapılan olumsuz ayrımcılığa son verilmesini istemiş ve bu konuda pozitif ayrımcılıktan yana evrensel ilkeler vazetmiştir. Bununla birlikte ayrıca Irak, Lübnan ve Pakistan gibi ülkelerde Şii-Sünni ayrımcılığının geldiği kötü durum ortadadır. Adı ister mezhepcilik, isterse meşrebcilik olsun, her türlü ayrımcılıkla mücadele edilmelidir. Ayrımcılığın olduğu yerde güven ve istikrar olmaz.
- Açlık ve Yoksulluk Sorunu
Kur’an-ı Kerim’de açlık ve güven kavramları arasında çok yakın bir irtibat kurulur. Açlık ve güven birbirine zıt iki kavramdır. Çünkü gerek maddî ve gerekse manevi yoksulluğun dibe vurduğu toplumlarda güven ortamı risk altındadır. Bundan dolayı Yüce Allah (c.c):"Sizi açlıktan doyuran ve korkudan emîn kılan bu beytin Rabb’ine kulluk ediniz."(Kureyş106/3-4) buyurmuştur. Varlıklı olan Müslümanlar, toplum tabakaları arasında yer alan iktisadî bakımdan zayıf olan kimselere haklarını vermekle yükümlüdürler. Varlıklı kesimle yoksul kesim arasında barış ve kardeşlik köprüsü ancak bu yükümlülükler yerine getirildiği zaman kurulabilir.
- Adâlet ve Hakkaniyet İnancının Yara Alması
Herkes ilahi kanun önünde eşittir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in çağrısı şöyledir: “Ey inananlar! Allah için adâleti ayakta tutup gözeten şâhitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil olun..” (Maide, 5/8) Nitekim Hz. Peygamber de kendisine suç işleyen soylu bir kimse hakkında imtiyazlı davranılması ricasında bulunan sahabeye hitaben: “Sizden önceki ümmetlerin helak olmasının sebebi, içlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptığında onu cezasız bırakıp zayıf biri aynı suçu işleyince onu cezalandırmalarıdır. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma da hırsızlık etse, cezasız bırakmazdım” (Ebû Davud, Hudud 15) buyurmakla kalmamış, kanunlar önünde eşitlik ve adâleti toplum hayatının bütün alanlarına yayma konusunda evrensel açıklamalarda bulunmuştur. İslam her konuda olduğu gibi servet dağılımında adaletsizliğin bütün sosyal hastalıkların temeli olduğu görüşüyle hareket etmiş ve servetin olabildiğince tüm toplum kesimleri arasında hakkaniyet ölçülerine uygun bir şekilde bölüşümünü tavsiye etmiştir. Bir toplumda gelirin % 80’ini % 20’lik bir azınlık paylaşır, gelirin % 20’sini de nüfusun % 80’lik bir çoğunluğu paylaşırsa böyle bir toplumsal yapıda sosyal barış derin yara alır, toplumsal kesimler arasında derin uçurumlar meydana gelir. Çoğu Müslüman olan ülkelerde durum bundan farklı değildir. Gittikçe gelir dağılımındaki adaletsizlikler artmakta, bu durum gelir düzeyi düşük kişiler aleyhine işlemektedir. Çare, adalet ve hakkaniyet temelli tabii bir hukuk düzenine bağlanmaktır.
- Doğruluk İlkesinin İhlâli
Doğruluk, özü-sözü bir olmak demektir. Müslümanın sıfatı olan doğruluk hayatının bütün evrelerinde kendisini göstermelidir. Bu bağlamda dürüst insan, doğruluğu; eşine, işine, ticaretine, insanlar arası ekonomik ilişkilerine yansıtmalıdır. Doğruluğun zıddı, yalan, dolandır. Hele hele mü’min tüccar, müşteriyi kandırmak adına, yalan, dolan ve gizleme gibi malın kusurlarını örtmeye asla tevessül etmemelidir. Çünkü dürüstlükten ayrılan kimse şahsiyetini ve itibarını kaybeder. Maddi kazanç kadar, insanın itibarını kazanması da büyük bir değerdir. Hayatın bütün alanlarında olduğu gibi ticari hayatta da ahlakî ilkelere uyulmalıdır. Sahabeden Ebû Hureyre (r. a) anlatıyor: Hz. Peygamber bir defasında Medine çarşısında buğday satan tüccarları denetliyordu. Bir buğday çuvalının içerisine elini daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet, ıslaklık bulaştı. Buğday tüccarına: “Ey satıcı bu nedir?” diye çıkıştı. Adam: “ Ey Allah’ın elçisi! Yağmur ıslattı” deyince, Peygamberimiz: “Kim bizi aldatırsa bizden değildir” buyurdu. ( Müslim, “İman” 164; “Büyû” 74; Ebu Davud, “Büyu” 52; İbn Mâce, “Ticâret” 36). Aldanma ve aldatma olayı sadece ticari hayatla ilişkili bir mesele değil, bireysel ve sosyal hayatın bütün alanlarıyla ilişkili bir meseledir. Örneğin, ailede eşlerin birbirine karşı güvende olmaları, huzur ve mutluluğun ilk şartıdır. Eşlerin birbirine güvenmediği yalan söylemenin, aldatma ve aldanmanın yaygınlaştığı bir aile ortamında huzurdan söz etmek mümkün değildir.
- Kardeşlik Hukukunu Gözetmemek
Kur’an-ı Kerim’de bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğu ilan edilmiştir. (Hucurat, 49/ 10). Müslümanlar, kurşunla sağlamlaştırılmış bir yapı gibi birbirlerine bağlıdırlar.(Saff, 61/4). İşte İslam kardeşliğinin harcını, kardeşler arasında sevgi ve saygı gibi değerleri yaşatmak oluşturur. Hz. Peygamber, mü’minler arası münasebetlerin güçlü olması için şöyle buyurmuştur: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat hususunda tek bir beden gibidirler…”(Müslim “Birr” 65). Bu sebeple, en yakın komşudan en uzak sınırlar ötesi komşulara varıncaya kadar, mü’minler, diğer kardeşlerinin başına gelen doğal afetler ya da savaşlar gibi nedenlerden dolayı onlara yardım elini uzatırlar, onlarla dayanışma ve yardımlaşma içerisine girerler. Böyle bir tavır, kardeşlik hukukunun bir parçasını oluşturur. Çünkü İslam’da kardeşlik, kuru ve soyut bir kardeşlik değil, işlevsel bir kardeşliktir.
- Emanetleri Ehline Vermek
Emanet, korunması ve yerine getirilmesi gereken haklardandır. Her işi ve görevi ona ehil olana vermek, doğrudan adaletle ilgilidir. Burada emanetten kasıt, kamu görevliliği ve siyasi liderliktir. Nitekim Hz. Peygamber sahabeden Ebu Zerri’l-Gıffarî’yi resmi bir göreve tayin ederken, ona şunları söylemiştir: “O bir emanettir. Kıyamet gününde hakkıyla alan ve yerine getirenlerin dışındakiler için pişmanlık ve rüsvaylıktır.” (Müslim “İmare” 16). Çünkü hangi kamu biriminde olursa olsun, âdil bir yönetim, eşitlik ve emanetleri üslenme ehliyeti ve bu ehliyetin kamu işlerinde gözetilmesi toplumsal düzenin sağlıklı işlemesinin olmazsa olmaz ilkelerindendir. Bir toplumda emanetler ehline verilmediği zaman toplumsal güven sarsılacağı için o toplumun kıyameti beklenir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” buyrulur. (4/Nisa 58). Bu âyette geçen “emanet” kavramına sınırlandırıcı bir yorum vermek doğru değildir. Korunması ve yerine getirilmesi gerekli haklar bağlamında “her türlü emanet” bunun içerisine girer. Eğer emanetler ehline değil de torpil, yakınlık ve rüşvet gibi haksız uygulamalarla ehil olmayanlara verilirse toplumsal barış zarar görmekle kalmaz, bu müesseseler de görevlerini yapamaz hale gelirler.
Sonuç
15 Temmuz 2016 tarihinde milletimizin birliğine ve dirliğine yönelik menfur başarısız bir darbe girişiminde bulunulmuştur. Asıl darbe, güven ortamına olmuştur. Milletimizi bir arada tutan yardımlaşma, paylaşma, dayanışma, kardeşlik, hoşgörü, özgürlük, adalet, hakkaniyet, doğruluk, helal kazanç, emanet, ehliyet, liyakat, mahremiyet gibi bizi bir arada tutan değerler derin yara almıştır. İslamî değerlere yeniden hayatiyet kazandırmadıkça kişi ve kurumlara “güven duygusu”nun dönüşü zorlaşacaktır. Dolayısıyla, dini istismar eden PDY gibi yapılara karşı milletimizin uyanık olması gerekmektedir. Bu konuda başta Diyanet İşleri Başkanlığımıza ve İlahiyat Fakültelerine büyük görevler düşmektedir. Toplum hayatında güvenin teminatı, yegâne güven kaynağı olan Yüce Allah’a iman ve “güvenilir” ismiyle müsemma olan Hz. Peygamberi örnek almaktan geçmektedir. İlahi güven kaynağına gönülden bağlanmış, güvenilir peygamberin ümmeti olan güvenilir mü’minlerden, ancak yaşadıkları beldeleri güvenilir belde haline dönüştürmeleri beklenir. İşte o zaman “güvende olan bir dünya” güvenilir mü’minler eliyle yeniden inşa edilecektir. Çünkü değerlerin ortadan kalktığı toplumsal vasat, her türlü kötülüğün yeşerdiği bir ortam haline gelebilir. Bundan da en çok sosyal barış ve toplumsal güven zarar görür.