Cahit Karaalp
İhtilaflar karşısında İslami tavır
Bu ümmet ne çekti ise hep ihtilaftan çekti diyorlar… Değil kardeşim değil… Bu ümmet ne çekti ise ihtilaftan değil “ihtilafı itlaf görenlerden” çekti… İtlaf nedir diye soran kardeşlerim, telef kelimesini bilirler, işte itlaf “telef olmak” demektir… İhtilafı itlaf olarak değerlendirmenin temelinde “cehalet ve bağnazlık” yatar… “Ümmetin ihtilafı rahmettir” hadisi her ne kadar sahih olmasa da bence bir realiteyi ortaya koymaktadır… Rahmeti zahmete çeviren ihtilaflar değil intisabların getirdiği bağnazlıklardır…
İmam Ebu Hanife’yi zamanında dışlayan, Ahmet bin Hanbelî zindana mahkûm eden, İbn Teymiye’yi zindanlarda çürüten ve birçok âlimin arasını açan, âlimleri birbirine düşüren hep bu ihtilafı itlaf gören düşünce değil miydi? Kendimizi dinin sahibi görüp görüşlerimize aykırı görüş beyan edenleri hemen dışlıyor ve dışımızda görmeye çalışıyoruz… Hâlbuki Ehli Sünnet mezhebi ve diğer tüm mezheplerin içlerindeki bölünmelere baktığımızda hiçte birlik ve bütünlük içinde olmadıklarını, temel birkaç görüşte birleşme dışında hep ihtilaf içinde olduklarını görürüz…
Bırakın dört mezhebin kendi aralarındaki ihtilaflarını, her mezhebin kendi imamları arasındaki ihtilafların çokluğu bile kanımızı doğrulamaktadır… Ne hikmetse bir mezhebin kendi imamları arasındaki ihtilaflar mazur ve makul görünürken, ayet ve hadislere dayalı olarak görüş beyan eden başka birinin görüşleri batıl olarak nitelenebilmektedir… Neden? Dini mezhebe indirgediğimiz, mezhebi dinleştirdiğimiz için olabilir mi?
Art niyet taşımayan, belli bir delile ve usule dayanan, heva mahsulü olmayan her ihtilaf takdiri hak etmektedir… Tarih boyunca tartışmaya açılmış hiçbir meselede son söz söylenmiş değildir… Bunun için dün görüş beyan edenler çıkmışsa bugünde görüş beyan edenler çıkacaktır… Mezhep imamları dahi aynı meselede farklı zamanlarda farklı sonuçlara ulaşmış ve dün farklı bugün farklı düşünmekteyim demişlerdir…
Hz. Musa rabbi ile buluşmaya gidince İsrailoğulları buzağıyı ilah edindiler, ona tapınmaya başladılar… Hz. Musa kavmine dönünce Hz. Harun’dan bunun hesabını sormaya kalktı, buzağıya tapmalarının önüne neden geçmediğini sordu ve Harun’a eziyet etti… Hz. Harun; “senin bana israiloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın demenden çekindim”(Taha,94) sözü ile mazeretini bildirdi… Hz. Harun, kavmi puta taptıkları halde ayrılık çıkmasın, vahdet bozulmasın diye puta tapmalarına sessiz kalıyor ya da ayrılık yaratacak fiiliyatta bulunmuyor…
Şirke davet etmesi halinde ana babaya uyulmamasını söyleyen, aynı zamanda onlarla iyi geçinilmesini öğütleyen Kur’an’dır… Kâfir ana baba için bu öğüt dururken neden din kardeşim için aynı öğüt geçerli olmasın? Yani farklı düşünce sahipleri ile aynı dinin mensupları olarak neden iyi geçinmiyoruz…“Hılful Fudul” da birleşen Mekke müşrikleri kadar da olamayacak mıyız?
“A” şahsı çıkıp “B” şahsına değer veren bir kitlenin görüşlerine muhalif fikir beyan ettiği zaman aforoz ediliyor… Hani biz, “her sözü dinler ama en güzeline uyardık”… Hani, “iki kardeş arasında çıkan kavgada önce arabulucu olurduk daha sonra yola gelmeyenin karşısında dururduk”… Hani, Kur’an bizlerden; “Ehli Kitapla ortak noktalardan başlayarak mücadele etmemizi istiyordu”… Neden okuduğumuz ayetleri aynı dini paylaştığımız kişiler için uygulamıyoruz?
Hz. Yunus’un kaçmasından sonra kavminin imana gelmesi, Ehli Kehf’in yüzyıllar uyuduktan sonra şehirlerini iman etmiş olarak bulmaları, bizlere; “bu din, siz olmasanız da ayakta kalacaktır” mesajını vermiyor mu? Biz bu dinin havarileri, ensarı, müminleriyiz ama bu dinin “bekçileri” değiliz… Allah, Hz. Peygambere “sen onların iman bekçisi değilsin” buyurmuyor mu? “İmana bekçilik yapmak değil imana elçilik yapmaktır” görevimiz…