İşkodralı Abdullah Efendi
Polis Abdullah Efendi'nin beyni dipçik darbeleri sonucu dağılmış, üzerine daha sonra Alman askerleri tarafından kurşun sıkılarak şehit edilmişti.
Mütareke arifesinde Alman askerlerinin Konya’da şehit ettiği bir Türk Polisi:
İŞKODRALI ABDULLAH EFENDİ
Polis Abdullah Efendi'nin beyni dipçik darbeleri sonucu dağılmış, üzerine daha sonra Alman askerleri tarafından kurşun sıkılarak şehit edilmişti. Konyalılar, olay sabahı galeyana gelmiş ve hanın önünde toplanmaya başlamışlardı. Almanlar, halkın tepkisinden korkarak hanın tüm kapılarını sıkı sıkıya kapatmışlardı.
Ahmet UÇAR / Araştırmacı- Yazar
Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın dostu ve ortağı olarak girmiştik. Savaşta Almanya ile ittifak yaparak Uzlaşma Devletleri’ne karşı birlikte savaşmıştık. Askeri açıdan üstün olan Almanya, Türkiye'ye hem silâh hem de askeri birlik göndererek yardımcı olmuştu. Ama bu balayı dört yıl bile sürmemişti. Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarında, Anlaşma Devletlerinin mağlubiyetin kesinleştiği günlerde Konya'da kalan Aman askerleri ruhi bunalımlara girerek bazı olaylar da çıkarmışlar.
1918'e gelindiğinde savaş kaybedilmiş, yavaş yavaş mütareke, yani ateşkes hazırlıkları başlamıştı. Anadolu'da bulunan ve geri çekilmekte olan Alman askerleri, Türk Ordusu gibi son derece moralsizdi. Türk halkının Alman askerlerine karşı bakışı da artık eskisi kadar sıcak değildi. İki millet arasında dostluk, yerini gerginliğe bırakmıştı. İşte, böyle bir ortamda Konya'da elim bir olay meydana gelmişti. 31 Ağustos 1918 Cumartesi günü, Konya sıcaktan yanıyordu. Akbaş Mahallesi'nde Kunduracı İsmail Usta'nın metruk evinde oturan Ermeni kiracılar Zarohi ile arkadaşlarının gece yatağa girdikten sonra salonda yanık unuttukları lamba, kaza sonucu devrilmiş ve İsmail Usta'nın evi bir anda kül olmuştu. Can kaybı yoktu ama ev sahibinin 30 adet büyük ve küçükbaş havyanı tamamen telef olmuştu. İsmail Usta'nın kalan hayvanlarının bulunduğu ikinci ahır da tehlikedeydi. Konya itfaiyesi o günün zor şartlarında olaya yeterince müdahale edememişti. Merkez Karakolu'ndan 74 yaka numaralı polis memuru Abdullah ve Bekçi Âdem Efendi, zararı yerinde görmek ve itfaiyecilere yardım etmek üzere gece saat 11.30'da vazifeli olarak olay yerine gönderilmişlerdi.
DAYAK YİYEN ARAP GENCİN ÇIĞLIKLARINA KOŞMUŞLARDI
İki güvenlik görevlisi yangın yerine gitmek üzere Kayıklı Kahve'nin önünden geçerlerken, karşılarında bulunan "Başkâtibin Hanı" veya "Hacı Mehmet Ağa'nın Hanı" olarak bilinen binadan bitme bilmeyen feryatlar işitmişlerdi. Handan sürekli ve artan bir ses tonu ile "İmdat! Cankurtaran yok mu? Ey Ümmet-i Muhammed! İçinizde Müslüman yok mu?" çığlıkları geliyordu. Çığlıkları duyan çevredeki ahali yatağından fırlamıştı. Herkes evinin pencerelerinden dışarıya bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Konya Savcılığı'nın daha sonra yaptığı soruşturmada meselenin ne olduğu tam olarak aydınlanmıştı: Handa, o dönemde 5787 numaralı Alman Otomobil Taburu'nun askerleri kalmaktaydı. Olayı bunlar çıkarmışlar, bir Arap genci bağırtarak dövmüşlerdi. Konyalı gazeteci rahmetli Selçuk Es'in 1956'da yazdığı bir makalede anlatıldığına göre olay günü Alman askerlerine tercümanlık yapan ve birliğinden izinsiz ayrılan bir Arap genç, gece geç saatlerde hana çakırkeyif dönünce Almanlar tarafından dövülmüştü. Feryatlar, dayak yiyen bu Arap gence aitti. Olaya önce, hanın bulunduğu sokakta görev yapan gece bekçisi Rüstem Efendi müdahale etmek istedi ama tek başına ve silahsız olduğu için müdahaleye cesaret edemeyerek yangın yerine gitmekte olan Polis Abdullah Efendi ile Bekçi Âdem Efendi'yi yardıma çağırmıştı Onlar da, bu çağrıya olumlu cevap vermişlerdi. Abdullah Efendi ve arkadaşı, hemen ne olduğunu sormak üzere hanın kapısına vurmaya başladılar. Onlar handan sözlü bir cevap bekliyorlardı ama cevap kanlı gelmişti. Bir anda açılan Han kapısından çıkan, dört Alman askerinin dipçikli ve silahlı saldırısına uğradılar. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı.
TÜRK POLİSLERİ SİLAHSIZ VE KURŞUNSUZDU
Abdullah Efendi, tüfek dipçikleriyle yaralanmış ve üç-beş adım geri çekilmişti. Türk polisine verilecek değil silahın, kurşunun bile olmadığı bu günlerde Bekçi Âdem Efendi arkadaşının yaralandığını görünce, hemen içinde kurşun olmayan tabancasına sarıldı. Bunun üzerine Almanlar da tam ve yarı otomatik silâhlarını doğrulttular ve Bekçi Âdem olay yerinden geri çekilmek zorunda kaldı. Çatışma haberi Konya Merkez Karakolu'na ulaşır ulaşmaz bir komiser muavini ve birkaç polis hemen olay yerine koşmuştu. Bekçilerin şiddetli düdükleri ve yaralı olan Abdullah Efendi'nin, "Aman yandım anam, cankurtaran yok mu?" feryatları birbirine karışmış, sakin Konya gecesi Alman askerlerinin mavzerlerinin sesiyle tam bir savaş alanına dönmüştü.
Polisler, Abdullah Efendi'nin başına ne geldiğini öğrenmek için hemen yanına koştular ama Almanlar onları da kurşun yağmuruna tutmuşlardı. Polisler, silâhları boş olduğu için karşılık veremeyince Almanlar ateşe devam edip 200 metrekarelik bir alanı boşalttılar ve yaralı polisimizin beynini dipçiklerle parçalayıp hunharca katlettiler. Bu arada gece bekçisi Rüstem Efendi de sol kolundan kurşunla hafif yaralanmıştı. İtilaf Devletleri karşısında Osmanlı topraklarında başarı kazanamayan Alman askerleri, silahsız polislerin geri çekilmesini büyük bir meydan zaferi gibi değerlendirip sabaha kadar hükümet meydanında dolaşarak çarşıya hâkim olmuşlar ve öldürecek Türk polisi aramışlardı. Türk güvenlik kuvvetleri saatlerce süren bir tedirginlikten sonra durumu Alman Otomobil Taburu Komutanı Binbaşı Mayor'a aktardı. Mayor, bir otomobille olay yerine gelerek askerlerini sakinleştirdi, sonra da olaya karıştığı tespit edilen dört Alman askeri hapse gönderdi.
Konya Valiliği, bu arada olayı soruşturmak üzere bir savcı görevlendirdi. İlk olarak olaya adı karışan dört asker sorguya alındı. August, Hober, Simson ve Solcer adlarındaki dört Alman askeri, suçsuz olduklarını, handa yatmakta iken üzerlerine ateş açıldığını, kendilerinin de bu ateşe karşılık verdiklerini, polis memurunun nasıl ve neden öldüğünü bilmediklerini söylüyorlardı. Halbuki Simon'un üzeri kan lekeleriyle doluydu. Simon, üzerindeki kanları "Dün otomobilden düştüm" diye açıklıyordu ancak vücudunda en küçük bir yara izi bile yoktu. Ayrıca olay yeri raporu, şahitler ve ceset üzerinde yapılan otopsi de faciayı açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Alman askerlerin kaldığı handa şehit polisin katlinde kullanılan tüfek dipçikleri üzerinde kan lekeleri ve beyin parçaları da bulunmuştu. İddianın aksine, hana ateş edilmemişti, handa hiçbir kurşun izi yoktu. Halbuki, Türk polislerin bulunduğu taraftaki bütün duvarlar kurşun delikleriyle doluydu.
SONRADAN FARKEDİLEN ANLAŞMA
Olayın şahitleri olan gece bekçileri Adem ve Rüstem efendilerle feryatları duyarak olay yerine koşan Konya Valiliği Yazı İşleri Müdürü Mithat Kâzım Bey'in ifadeleri de, olay yeri raporu ile aynı doğrultudaydı. Ayrıca, Konya Gureba Hastahanesi Baştabibi Saffet Bey'in açıkladığı şehit polisle ilgili otopsi raporu da "Polis Abdullah Efendi'nin beyni dipçik darbeleri sonucu dağılmış, üzerine daha sonra kurşun sıkılarak şehit edilmiştir" deniyordu. Polisimizin şehit olduğunu işiten Konyalılar olay sabahı galeyana gelmiş ve hanın önünde toplanmışlardı. Yerde hâlâ duran kan lekeleri halkın tepkisini bir kat daha arttıracaktı. Polisler şehit arkadaşlarının kanının bir kısmını topraklarla örtmüşlerdi. Almanlar, halkın tepkisinden korkarak hanın tüm kapılarını sıkı sıkıya kapatmışlardı. Geceki kahramanlıktan eser kalmamıştı. Türk güvenlik güçleri de Konyalılar’ın herhangi bir karşı saldırısına ve linç girişimine karşı önlem almıştı. Almanları şehit edilen Polis Abdullah’ın arkadaşları belki de içleri kan ağlayarak koruyorlardı. Kim bilir hangi duyguları taşıyorlardı.
Şehit polisin Türk bayrağına sarılı tabutu, 1 Eylül Pazar günü olay yerine getirildi. Şehit polisin annesinin, eşinin ve küçük kızının feryatları, halkı gözyaşına boğmuştu. Cenaze, resmi merasim yapıldıktan sonra eller üzerinde Kapı Camii'ne götürüldü ve ikindi vaktinde kılınan muhteşem bir cenaze namazının ardından Üçler Mezarlığında toprağa verildi. Konyalılar ve özellikle de şehit polisin ailesi ve arkadaşları, katil Alman askerlere ne ceza verileceğini merakla ve büyük bir sabırsızlıkla bekliyorlardı ama kısa bir süre sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Osmanlı yönetiminin birlikte savaştıkları Almanlara verdiği adli ayrıcalıktan dolayı, Türk mahkemelerinin, katilleri yargılama hakkı bile yoktu. Alman ve Türk askeri makamları tarafından 30 Ağustos 1917’de yapılan bir anlaşma sebebi ile Osmanlı ülkesinde suç işleyen Alman askerlerini ancak; Alman askeri mahkemeleri yargılayabiliyordu. Olaydan iki hafta sonra beklenen Alman askeri heyeti yargılamayı yapmak üzere İstanbul'dan Konya'ya gelecekti. Bir Alman yarbayın başkanlığındaki mahkemede ikisi savcı ve biri hâkim olmak üzere farklı rütbelerden üç Alman subayı görev yapacaktı.
TAZMİNAT BİLE ÖDEMEDİLER
Türk hâkimlerin topladığı ve Alman askeri mahkemesine sunduğu deliller itirazsız kabul edildi. Alman askeri mahkemesi anlatılanların doğru olduğuna, Türk polisin Alman askerler tarafından öldürüldüğüne kanaat getirdi. Mahkeme Alman askerleri suçlu bulmasına rağmen, verilen cezalar oldukça azdı. Olayın baş suçlusu kabul edilen Simon'un ordudan atılmasına ve sekiz yıl hapisle cezalandırılmasına karar verildi. Simon'a birinci derecede yardım ettiği ileri sürülen Çavuş August'un rütbesi elinden alınıp, beş yıl hapisle cezalandırıldı. Solcar'e bir yıl üç gün, Hober'e de bir yıl hapis cezası verildi. Ayrıca Alman Hükümeti şehit polisin ailesine 3 bin lira kan bedeli ödeyecekti. Yargılamadan kısa bir süre sonra dört Alman asker, cezalarını çekmek üzere Almanya'ya gönderildiler. Almanya'da nerede, hangi cezaevinde yattıkları konusunda Türk yetkililere hiçbir bilgi verilmedi. Şehit polisin ailesine verilecek olan 3 bin liralık tazminat da ödenmedi. Almanlar, savaşın bitiminin ardından her şeylerini toplayıp Konya'yı terk ettiler. Şehit polisin annesi Ayşe Hanım, 17 Mart 1919'da bir dilekçe ile Konya Valiliği'ne başvurup oğlu için ödenecek tazminatı istedi. Ayşe Hanım dilekçesinde "gelini ve torunu ile birlikte büyük bir mali sıkıntı içinde olduklarını" söylüyordu. Konya Valisi Rıza Bey, aynı gün durumu İstanbul'a Dâhiliye Nezareti'ne, yani İçişleri Bakanlığı'na iletti. 1917'de Almanlarla imzalanan bir anlaşma sebebi ile verilen ve uygulanamayan bir karara karşı; 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Müttefiklere teslim olan Osmanlı Hükümeti'nin İçişleri Bakanı ne yapacağını, nasıl bir girişimde bulunacağını bile bilmiyordu. Durumu Dışişleri Bakanlığı'na iletmekle yetindi.
31 Mart 1919'da şehidin annesi Ayşe Hanım'ın ikinci dilekçesi de İstanbul'a gönderildi. Bakanlığın acelesi yoktu ama Ayşe Hanım'ın acelesi vardı, zira beş parasızdı. Torununa ve gelinine şehit oğlundan kalan birkaç kuruş maaşı yetiştiremiyordu. Osmanlı İçişleri Bakanlığı ise, Ayşe Hanım'ın dilekçelerine rağmen durumu Dışişleri Bakanlığı'na aktarmaktan öte bir şey yapmıyordu.
BİTMEYEN YAZIŞMALAR, GELİP GİDEN DOSYALAR
Dışişleri Bakanlığı, İçişleri'nin 12 Nisan ve 7 Haziran 1919 tarihli yazısına, Ayşe Hanım'ın başvurusundan tam dört ay sonra 15 Temmuz 1919'da şu şekilde cevap vermişti:
"Almanya ile aramızda bu konuda varılmış hiçbir anlaşma yoktur. Türkiye'de Almanya aleyhinde açılabilecek davadan da herhangi bir sonuç almak mümkün değildir. Dava ancak Almanya'da, Alman mahkemelerinde açılabilir. Savaş yüzünden Almanya ile ilişkilerimiz kesildiği için davadan sonuç alabilmek için Almanya ile İtilâf Devletleri'nin anlaşma yapmasını beklemek gerekir. Konya Polis Müdürlüğü'nün 31 Aralık 1918'deki yazısında ailenin yargılamayı yapan Alman Mahkeme Heyeti'ne başvurduğu söyleniyordu. Acaba bundan bir sonuç alınabildi mi? Konya Vilayeti'nden bu durum sorulmalı, buna göre ne yapılacağına karar verilmelidir".
Dışişleri Bakanlığı'nın cevabı büyük bir çaresizliği yansıtıyordu. İçişleri Bakanlığı, Dışişleri'nin cevabını 20 Temmuz'da Konya'ya gönderdi ve Konya Valisi'nin cevabı gecikmedi: Ailenin elinde konuyla ilgili herhangi resmi bir belge yoktu. Şehit polisin dosyası 12 Ağustos’ta bir defa daha Dışişleri Bakanı'nın masamdaydı. Bu seferinde üç ay bekleyecek ve "Şehit polisin annesinden, konuyla ilgili bilgi alınsın" denilerek yeniden Konya'ya yollanacaktı. Beklenen cevap, Konya'dan 1 Aralık 1919'da geldi: Şehidin annesi Ayşe Hanım, Alman Askeri Mahkemesi'ne yazılı veya sözlü hiçbir başvuruda bulunmamıştı. Dışişleri Bakanlığı, çaresizliğini yine Konya'ya yazılacak yazı ile kapatmaya çalışıyordu. 20 Ocak 1920'de Konya'dan, olayla ilgili mahkeme kararı istendi. Hâlbuki aynı karar İstanbul'da hem Adalet, hem İçişleri, hem de Harbiye Bakanlığı'nda vardı ama kararlar bir türlü bulunamıyordu. 26 Şubat'ta Konya'ya bir kez daha "Şehit polisle ilgili mahkeme kararı bulunamıyor, bulun ve gönderin" diye yazıldı. Beklenen mahkeme kararı Konya'dan 9 Mart 1920'de İstanbul'a gönderildi ama yollanan bilgiler meselenin çözümüne yardımcı olmadı.
Konuyla ilgili olarak Osmanlı Arşivi'nde bulabildiğimiz en son belge, Türk Dışişleri'nin İçişleri Bakanlığı aracılığı ile şehit polisin annesine 14 Mart 1920'de gönderdiği ve çaresizlikten başka bir şey ifade etmeyen şu satırlardı:
"Mondros Mütarekesi'nin 23. maddesine göre Osmanlı Devleti, Almanya ile bütün ilişkilerini kesmek zorundadır. Almanya'da kişisel dava açılabilir. Ancak, bu yolla da istenen sonucu almak mümkün görünmüyor. Yine de bir şeyler yapabilmek ümidiyle, şehidimizin dosyası İsviçre Hükümeti nezdinde girişimde bulunması için Bern'deki büyükelçimize gönderildi. Sizden mahkeme ile ilgili ayrıntılı bilgi istiyoruz".
AİLE HÂLÂ KONYA’DA MI?
Abdullah Efendinin ailesi İşkodra’lı idi. Balkan Savaşı sonrası İstanbul’a gelmiş ve daha sonra Konya’da polis olarak görevlendirilmişti. Şehit polisin ailesi Merhum Yazar Selçuk Es’in verdiği bilgiye göre Abdullah Efendinin Hanımı ve kızı 1950’li yıllarda Konya’da yaşamakta idi. Abdullah Efendinin babasının adının Hafız Ömer olduğunu ve İşkodra’nın merkezinde doğduğunu biliyoruz. Ailenin Konya’daki yakınlarının bize ulaşacağını ümit ediyoruz.