İzmir'den gelen '3 ELLİ'nin öyküsü

İzmir'den gelen '3 ELLİ'nin öyküsü

1950’li yıllar ülkemiz için olduğu kadar Konya için de yokluk yıllarıydı. İsmail Detseli, gerçek bir hikâye ile bu yokluğu hikâyeleştiriyor…

İsmail DETSELİ

Bir dağ köyünün kimsenin malını çalmayan çırpmayan, kendi yağı ile kavrulmaya çalışan, kimsenin kazancında, malında, mülkünde, servetinde gözü olmayan, vakur ama fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Adı Mahmut’tu…

Zor ve yokluklu yıllara rağmen, ana-babasının bütün gayret ve çabaları ile üç beş dönüm dededen kalma tarlalarını, bazen tek bir öküzleri ile bazen başkası ile ortaklaşıp bir öküz onlardan bir kendilerinden teker öküz ile, kara sabanla ekip dikiyorlar… İki de kel merkepleri var. Kel derken “can boğazdan girer” derler ya bu ailenin kendileri un yiyecek yokluğu içerisinde gıdasız yaşıyorlarsa merkepleri de yarı yemsiz, arpasız, yarı ot çöp ile kışı çıkarıyor… İş ağır yem az; onun için tabi zayıf ve keller.

Evin ikinci ve oğlan çocuğu olarak doğan Mahmut bir anda bu yoksul yuvanın sevgi atmosferini değiştiriveriyor ve evde onun doğumu ile büyük bir mutluluk oluyor.

Peki, eller gibi bunlar da çalışmıyorlar mı? Neden bu kadar yoksullar? İşte orayı anlatacağım.

 

Anne de baba da çok çalışkan insanlar, tuttuklarını un ederler… Ayrıca çok da zekiler, her iş ellerinden gelir ama ne var ki baba daha henüz 20 yaşlarında amansız bir hastalığa duçar olur; bundan dolayı askerden bile çürüğe ayrılır. Yani askerlik yapmaz… Senenin üç ayı iyi beş ayı hasta… Hastane hastane dolaşır ama derdine geçici olarak çareler bulunur. Geri köyüne döner, çoluk çocuğu için çalışmak mecburiyetindedir… Köyde 3-4 ay çalıştı mı hastalık yine vücudunu yener, evin beyinin belini büker… Hadi bakalım bir başka hastane köşesine, evlatlarına ve evine hasret aylarca oralarda kalır.

 

İşler bu minval üzere devam ediyor, hayat sürüyor, evin hanımı Emine gadın ise o bilgeliği, o iş yapımı, o mahareti ile bütün evin yükünü, dağların tarlaların yükünü üstlenmiş… Anadan fayda yok babadan hayır yok, yan başına dön başına çalış çalış, durmadan çalış.

 

NÜFUS SAYISI ARTIYOR

 

Köy yerinde herkes “Maşallah şu Emine kadına bakın yahu… Evin avradı dağın erkeği. Allah sabır ve güç versin bu kadına” derlerdi… Tabi bu arada küçük Mahmut ve ablası büyümeğe devam ederken doğum kontrolü nedir bilmeyen bu aileye yeni yeni katılımlar oluyor ve bir erkek bir kız iki çocuk daha dünyaya geliyor… Çocuk sayısı dört, nüfus sayısı altı oluyor. Boğaz çoğalıyor ama ekmek azalıyor, çalışma gücü az, Emine hanımın daha çok çalışması icap ediyor. Nihayet 1940’lı yıllardan süratle 1950’li yıllara geliniyor. Bu senelerde dağ köylerinde kız çocuklarını pek okutmazlardı, onlar ancak çalışmalı, ev işi görmeli, aileye yardımcı olmalı… “Okuyup da ne yapacak, katip mi olacak?”tı… Ama oğlanın mecburi ve mutlaka okuması lazımdı, çünkü oğlan çocuğu daha 16-17’sine girmeden köyünden İzmir-İstanbul gibi büyük şehirlere çalışmaya gitmeli, para kazanıp aile bütçesine katkı yapmalıydı. Bu bir gelenekti köyde, ailelerin de bütün isteği arzusu buydu ve yaşamları bunlara bağlıydı.

Günler geçti, abla okula yazdırılmadı… Okul zamanı gelen Mahmut okula yazdırıldı; yıl 1952…

 

OKULDA ÖYLE BAŞARILIYDI Kİ…

 

Fakir bir aile çocuğu olmasına karşın okulda öyle başarılı idi ki Mahmut, bu çalışkanlığı ile hem öğretmenlerin hem de köyde büyük küçük herkesin sevgisini kazanmıştı. Kitabı-defteri-kalemi hiç tam tekmil olmamasına rağmen o, elin karalayıp attığı defterleri çöpten alır, lastik parçalarından yaptığı silgi ile siler, onları tekrar kullanırdı. Bir ders için tahtaya kalktığı zaman elinde tebeşiri bile olmaz ama o çok sevildiği için zengin çocukları hemen onun tebeşirini koşarak eline verirler…

 

Onun yaptığı ödevleri gıpta ile utanarak seyrederlerdi. Teneffüse çıkınca öğretmenin sorduğu dersler hakkında ondan bilgi alırlardı. Mahmut’un kafası çalışır, öğretmenin anlattığı dersleri hiç unutmazdı. Bundan dolayı hepsi Mahmut’u severlerdi. Mahmut için evde geçim zor ama konu komşu artık Mahmut’un bu başarısından dolayı aileye daha çok yardımcı oluyorlar, “bu çocuk okusun köyümüze faydalı olur” diye herkes onu seviyordu ve ona sevgi ile yaklaşıyorlardı.

Aylar yıllar çabuk geçti aileye katılan çocuklardan ölenler kalanlar derken 1958 yılı başlarında üç kız-iki oğlan beş çocukla sabitlendi aile. Mahmut da 1952 yılında başladığı okulu birincilikle bitirdi.

 

EMİNE KADINNIN ÖZVERİSİ

 

Evde yine yoksulluk yokluk diz boyu ama asla pislik yok, elbiseler yamalanıp giyilir ama pis elbise hiç giyilmez… Başaratlı (becerikli) ana Emine kadın o yokluklara, o çok çalışmalara rağmen gece gündüz demez, bazı gecelerde uyku bile uyumaz ama çocuklarının sırtlarının urbalarını yamalar. O yıllarda öyle bol sabun ve deterjan ne gezer; ama o yine de aklını kullanır ve yanmış meşe odunu külü ile su dolu kazanlarda elbiseleri kaynatır, zamanın en çok halkı tedirgin eden bit illetinden bile daima korur çocuklarını, asla ihmal etmez.

 

Bu arada evin beyini unutmayalım… O kadersiz Salih Efendi yine kâh iyi kâh hasta… Yaşamaya devam ediyor. Zaman geliyor iş Konya hastanelerini aşıyor bu sefer başka büyük şehirlerdeki hastanelerde derde derman arıyor… Ama bu da tabi ki para istiyor, ailenin beli bunlardan dolayı biraz daha bükülüyor. Nihayet baba yatağa düşüyor ve bir hayli halsizleşiyor. Aslında tedavi edilebilse yaşamı sürecek gibi ama ailenin durumu son derece kötü… Onun için Salih babayı tedavi ettirme durumları kalmıyor. Bu arada Salih Efendi cigara da içmektedir, hem tiryaki hem de kendini onun gibi şeyler ile avutmaya çalışıyor. Ama bu arada hanımından da utanıp sıkılıyor ve bir gün eşi Emine kadını ve aklı artık bazı şeylere ermekte olan 12-13 yaşlarına gelmiş Güllü’yü ve oğlu Mahmut’u başına toplayıp başlıyor hep yattığı artık hiç kalkamadığı yatağından konuşmaya:

 

Sevgili fedakâr ve cefakar hatunum, benim canım kadar sevdiğim güzel yavrularım; beni görüyorsunuz çalışamıyorum. Sizlerin ve bu günahsız ananızın kazancını yiyorum bir de sigara içiyorum bundan dolayı kendimden tiksiniyor, Allah’tan da hayâ ediyorum… Sizlerin huzurunuzda bu sigarayı bir daha içmemeye…

 

FEDAKÂRLIĞA DEVAM

 

Derken hemen fedakâr eşi Emine Hanım elini kocasının ağzına tıkıyor “durrr sakın yemin filan etme herifim, bu çok kötü bir alışkanlıktır. Şayet yeminini tutamazsan o zaman bizim nikâhımıza zarar verir, yuvamızın sarsılmasına sebep olur. Eğer bu cigarayı senin sıhhatine zarar verdiği için bırakacaksan bırak, ona sözüm yok. Amma benim kazandığımı yediğinden dolayı sıkılarak bırakmak için çaba gösterip yemin edeceksen, asla bırakma… Sonra köyün insanları “Emine kadın kocasını sıkıştırmış eziyet etmiş de cigarayı içirtmemiş” derler. Yatakta son demine gelsen de ellerin tütünü ciğaraya saramayacak dereceye gelsen ben cigarayı sarıp senin dudaklarına vereceğim, sen de içeceksin” diyor. O anda Salih Efendi adeta bir kere daha yıkılıyor ama Emine kadının dediği oluyor ve tütünden sigarayı aylarca sarıp kocasının içmesini sağlıyor ve onun incinmesini istemiyor.

 

Bu hal tabi köyde eş dost arasında konuşulunca yayılıyor ve köyün zenginlerinden bir adam o yıllar İstanbul da çalışmaktadır. Salih Efendi’nin de eski komşusudur. Ayrıca Salih’i de çok sevmektedir. Ve bir gün aileye gelip “ben Salih abeyi götürüp İstanbul’da tedavisini yaptıracağım Emine aba, bana güvenir misiniz?” diyor… Emine gadın “Tabi güveniriz gardaşım sen bilirsin” deyince bir kış günü köye gelen açık kamyonun şoför mahallinde yatarak Konya’ya oradan da İstanbul’a götürüp gidiyor. Ve aradan üç ay geçtikten sonra Salih Efendi sağlığına kavuşmuş olarak dönüyor yuvasına.

Ailede mutluluk var ama yoksulluk hala başını alıp gitmemiş, çünkü alternatif olarak yapılan başka iş yok hep aynı işler; çapa ile ek sıpa ile çek.

 

MAHMUT KÖYDE ÇOBAN OLUYOR

 

Köyün sığır ve davarlarını otlatmak için köy muhtarı ve heyeti altı aylık çobanlar tutarlar. İşte Mahmut daha babasına filan bildirmeden evdeki durumu göz önüne alarak köyün muhtarına gidiyor ve “Muhtar emmi bizim durumumuz malum. Bizler fakiriz, çoban isteklisi çok olsa da sen beni çoban çıkar köyün sürülerine. Ben ailemizin bütçesine katkıda bulunayım. Bu yıl okulum bitecek” der. Bu teklif köyün sevecen muhtarını derinden etkiler ve “Olur gara Mahmut’um” der.

 

Gün gelir çobanlar ayarlanır ve Mahmut da artık köyün sığırlarına bir başka büyüğüyle birlikte çoban olur. Bu çobanlık koyun, keçi, sığır gütme derken tam üç sene sürer. Mahmut akıllıdır, çok zorluklar çekmesine rağmen bu işten baya kar sağlamıştır.  Aile de biraz durumunu toparlamıştır artık. Köylerinde gelenek haline gelmiş olan herkesin yaptığı ve dikkatle takip ettiği yolu o da tercih eder, artık evde baba ana tarafından sözü dinlenmektedir… O da fikrini anasına babasına bir akşam yemeği sonunda açar: “Ben İzmir’e gidip çalışacağım, size para göndereceğim ne dersiniz?” Ana ciğeri buna pek razı olmaz ve başlar dil dökmeye; “Guzum daha küçüksün gurbet ellerde yek başına ne yaparsın, gece üzerin açılır üşür zatürre olursun, baban gibi hastalanırsan perişan oluruz. Mahmut’um benim heç göynüm yok gurbetlere getmene” der. Ama Mahmut artık kafaya koymuştur; “anacığım sen heç merak etme, dayılarım var orda bana yardımcı olurlar. Ben de artık çocuk değilim kendime sahip olurum” der. Aslında hiç de o dayılarından ümitli değildir. Zaten iki dayısı yıllardır İzmir’deler ama ne anasına ne de doğdu doğalı kendilerine hiç bir el gölgesi (yardım) yapmamışlardır. Ve bir kış günü İzmir’den köye gelen bir köylüsü ile İzmir’e gider Mahmut. Birkaç gün köylüsü olup da İzmir’de ailecek ikamet edenlerin, hısım akrabanın yanlarına sığınır ve sağın solun yardımı ile bir iş bulup çalışmaya başlar. Kendine de bir handa bekar olarak kalan bir köylü ağabeyinin yanında yatacak yer bulur, o da hanın kirasına 5-10 lira aylık katkıda bulunur…

 

Mahmut’un gurbete gitmesi ile aile yaz gelince yine zor duruma düşer… Mahmut daha aile bütçesine hiç katkı yapamaz, kendisine yatak yorgan almıştır, nerde ise yarım ev düzmüştür, buna mecburdur. Derken yalnız ana babası ve kardeşleri ile aile bağları kuvvetli, devamlı ya gelip gidenler ile elden ya da posta ile mektuplaşmaları baba anasıyla sürüyor, durumlarından haberdar oluyor.

 

HEDİYELER HAZIRLANIYOR

 

Mahmut nihayet bir köylüsünün köye gideceğini duyar, bir koli basma pazenden oluşan güzel güzel yapraklı-çiçekli kumaşlardan alır, kız kardeşlerine ve babasına bir don (pantolon), anasına bir başka giyecek pazen allı-güllü kumaş. Küçük oğlan kardeşine yeni ufak takımlardan gömlek ve pantolon alır. Büyükçe bir koli hazırlar, köylüsüne rica eder “senin götürebileceğin kadar bir yük hazırladım ne olursun bunu köye anamlara götür” der. Aslında eğer hatırın olmaz ise kimseler getirmez İzmir’den Konya’ya kalabalık yükü… O kolinin belki gelmesi o kadar zor değildir ama ya köye gitmesi… İşte o çok zordur. Ya merkeple gidecek köye ya da açık kamyonla ama Mahmut’un anasının akrabası oluncaca köye gidecek adam pek itiraz etmez ve onun sevincine ortak olmak için bunları itina ile koliye yerleştiren Mahmut bir de güzel mektup yazar…

 

Deruni dilden canı gönülden çok çok sevgili babacığım ve anacığım,

Evvela mahsus selam eder her iki mübarek ellerinizden incitmeden öperim, nasılsın iyi misiniz…

Böyle  hal hatır sormadan sonra mektubun zarfını kapatır. Ve köye gidecek emmiye verip bir de üç tane elli lira verir; “Emmi bunu da anam gelir size ona ver, şimdilik ihtiyaçlarına harcasınlar, ben yine para artırınca göndereceğim hiç merak etmesinler”  diye de tembih eder.

 

İRAMAZAN EMMİ KÖYE GELİYOR

 

Köyde bu tür gurbetten gelenler çabuk duyulur tabi herkesin birer bağı vardır İzmir-İstanbul gibi şehirlerle. İşte böyle bir güz mevsimi artık kışa dönerken İzmir’den köye gelen İramazan emmi Emine kadını yolda görür; “Emine gardaşım size oğlunuz İzmir’den benimle bir şeyler gönderdi, bize bir oğra da mektupla beraber gelen eşyaları alıver” der. Bu duruma çok sevinen Emine kadın hemen eve gelip yine yatakta hasta yatmakta olan beyi Salih’e, “Herif gözün aydın Mahmut’um bize bir şeyler göndermiş. Belki sana tütün de göndermiştir, epeydir tütün almaya paramız yoktu, baya daralmıştık. Ben gidip Mahmut’umun gönderdiklerini alıp geleyim” der. Salih Efendi çok sevinir ve yatakta gizli gizli ağlamaya başlar, “gara Mahmut’um köyde çektiği bunca sıkıntıdan sonra şimdi de gurbet elde bizim için oğraşıp çabalıyor” der. O düşünceler içersinde iken Emine kadın adeta uçarcasına eve giriverir gülerek.

 

AİLE İÇİNDE SEVİNÇ DALGASI

 

Yatağından fırlarcasına kalkmak için çabalayan ve sevinçten deliye dönen Salih Efendi “ne oldu garı söylesene niye böyle neşelisin” deyince Emine kadın, “Baksana herif oğlumuzun eli kar tutmuş bize neler neler yollamış baksana” diye koliden çıkardığı kumaş parçalarını yüzüne gözüne sürüp sevincinden ağlıyordu. Bu arada sevince ailenin bütün fertleri ortak olmuştu. Artık yuva yıkılmazdı dünyalar onlarındı sanki. Ana Emine kadın kumaşları çıkardıkça çocuklarının üzerlerine yakıştırıyor “şu sana iyi olur guzum şu abana iyi olur, Allah’ım tuttuğunu altın etsin Mahmut’um, şu sana” derken birde don çıkarıp,  “Herif sana da don yollamış Mahmut’um amanın iki kile de tütün var herif gördün mü? Benim akıllı Mahmut’umu heç bir şeyi unutmamış. Tam tekmil etmiş her şeyi, ömürlü olası guzummmm” derken gözlerinden sevinç gözyaşları akıyordu. Zaten yatakta ağlamaklı hanımın yüzüne mahzun bakmakta olan kocasına son müjdeyi veriverir: “Para da var herif para gorkma oğlun kara yapıştı artık sırtımız yere gelmez. Mahmut’umun eli kar tuttu.”

 

Salih yine safça ve sıkılarak ve ağlamaklı “kaç guruş yollamış garı?” der. Emine gadın ta koynuna güzelce sakladığı paralarının ucundan tutarak o elinde silahı ile görkemli bir duruş sağlayan arka kısmı askerli elli liraları aile üyelerine övünürcesine gösterir ve “Üç elli üç elli” der. Tam yüz elli lira göndermiş oğulları, belki de hiç bir arada görmedikleri bir paradır bu ailenin. Bundan sonra yuvada iyilikler başlar ve aile kendilerini idare edebilecek kadar iyileşir… Babanın da Mahmut tarafından İzmir’e götürülüp ameliyat edilmesi ile yuvanın tadı tamamen gelir.

 

MUTLU GÜNLER DE UZUN SÜRMEZ

 

Ama “her gelen tat bir acının davetlisidir” derler. İşte bu yuvada da öyle olur. Çok çalışan ve çok yıpranan vefakâr Emine gadın büyük bir hatsallığa duçar olur ve bir sene içersinde hastalığı çok ağırlaşır… Mahmut’a haber salarlar “ecele gel” diye. O da hemen apar topar köye gelir, sanki ana Mahmut’unu beklemektedir. Onun geldiği gece Mahmut “anacığım hemen sabah seni doktora götüreyim” der ama o “yoook Mahmut’um sen gelince heç bir derdim galmadı her derdim geçiverdi, bir de senin mürüvvetini görsem (evlendirsem) ondan sonra ölsem de gam yemem” der ama. O mürüvveti ne yazık ki göremez ve Mahmut’uyla iki gece can cana sarılıp yatan ana bir gece aniden fenalaşır ve Hakkın rahmetine kavuşur…

 Allah hepsine gani gani rahmet etsin, kabirleri cennet olsun… İşte yarım asır öncesi gerçek yaşamdan kesitler ve üç ellilik…