Kınalı Mahmut'un başına gelenler

Kınalı Mahmut'un başına gelenler

1940’lı yıllar. İç Anadolu köylerinden birinde yakışıklı, fidan boylu bir oğlan vardı...

İsmail DETSELİ

Bundan 65-70 sene kadar önce 1940’lı yıllar. İç Anadolu köylerinden birinde yakışıklı, fidan boylu geniş yağrınlı güçlü kuvvetli bir oğlan var ki adı Mahmut… Saçlarının kumral oluşundan rüzgârla savrulmasıyla veya başına giydiği şapkasının kenarlarından taşması ile görünen güzelliğinden ona altın saçlı veya kınalı Mahmut derlermiş köyde.

 

Babası geçimini kıt kanaat iki öküz iki merkeple çiftçilik yaparak sağlamaya çalışan Salih ağadır. Anası ise babasından variyetli ama eli nekes hatta etrafına yüğsekten bakan bir hanım Safiye yenge. Bizim Mahmut’un bir de ağabeyi var; adı Zühtü… Eskerliğini yapmış gelmiş…

 

Artık tam da Mahmut eskere (asker) gidecek, işte olan olmuş 2. Dünya Savaşı yani adıyla sanıyla Alaman Harbi patlamış. Evet, ülkemiz bu savaşa girmemiş ama sanki o harbin tamamen içinde imiş gibi bu dünyadaki Alman hışmından, Alman zulmünden dolayı büyük ekonomik ve tarımsal çöküntü yaşamış. Ziraat aletlerinin azlığı hatta yokluğu, ‘çapa ile ek sıpa ile çek’, eşekli, öküzlü, kara sabanlı tarım dönemi insanları canından bezdirmiş.

 

Ekmeği devletin karneye bağladığı yıllar, daha harman kaldırmadan devletin harmandaki çeçi (samandan ayrılan harmandaki dene) arşınlayıp buğdaydan öşür aldığı yıllar… Tarlanın değerinden fazla emlak parası aldığı, köylünün vazgeçilmezi küçükbaş ve büyük baş hayvanlarının kıymetinden fazla miri aldığı, köylünün devlet memuru gelince elindeki malını sırkat (devletin sayımından kaçırılan koyun keçilere denir) adıyla dağlara kaçırdığı ve geceleri kendi harmanından buğday çaldığı yıllarmış.

 

Bu başlıkta adını koyduğumuz Kınalı Mahmut, köyde bütün kızların gönlünde taht kurmuş; bıyıkları yeni terlemiş, gür saçlı eskerlik çağında bir kat daha güzelleşmiş bıyıklarının uçlarını burmak için eli bıyığında durmadan sıvazlıyor. Şahbaz bir delikanlı. Gün geliyor Mahmut cenderme olarak esker oluveriyor. Benim yeni yetiştiğim yıllarda 49-50 bahriyeli eskeri 3 yıl, jandarma 2.5 yıl, piyade ise 2 yıl eskerlik yapardı. Ama o yıllarda tabi İkinci Dünya Harbi’nden dolayı 5-6 sene kadar eskerlik yapanlar olduğu söylenirdi. Mahmut eskerliğe Kütahya’da (eskiler kötaya derdi) başlamış. Köylerindeki kızların hepsi de Mahmut için gözyaşı dökmüş ve tez teskere alıp gelmesi için Allah’a dua ederlermiş.

 

Mahmut altı aylık cenderme okul eğitimini bitirdikten sonra kıtaya merkezi bir karakolda göreve başlamış. Mahmut yakışıklı olduğu kadar zeki ve güçlü imişte;  bu yüzden İstanbul’a deli götürmekle görevlendirilmiş. Köyünde gençliğin verdiği güç ile vurduğu vurduk kırdığı kırdık bir hayat süren Mahmut’un başına gelenler… Tam kendisi gibi yetişmiş azgın bir deliyi günlerce dağ taş aradıktan sonra yakalayıp karakola getirirler ama bir türlü hakkından gelemezler. Hani derler ya “deli kuvveti mi var yahu diye” işte aynen öyle imiş adam.

 

Kütahya şehir merkezindeki jandarma karakoluna getirirler adamı. Hökümet tabibi ve müddei umum güç bela muayene ederler, sonra deli olduğuna kesin kanaat getirilen Deli Rıfkı Mahmut’un Halil adında Mersinli bir jandarma arkadaşı ile elleri kelepçelenip İstanbul Bakırköy’deki Mazhar Osman Akıl Hastanesi’ne götürmesi için görevlendirirler. Devletin daha pek mali gücü yerinde değildir, onun için bu iki jandarma bulabildikleri vasıtalarla; bazen köyler arası işleyen makineler, bazen at arabası, bazen yayan olarak yolculuk yaparlar…

 

Nihayet tren istasyonuna gelirler ve oradan trene binip İstanbul’un yolunu tutarlar. Kaç saat sürdüğü belli olmayan bu yolculuktan sonra bir sabah erken vakitte Haydarpaşa Tren Garı’na gelirler. Deli Rıfkı o kadar kuvvetli, o kadar tehlikeli bir deli ki; ellerindeki kelepçe hiç çözülmez, tuvalet ihtiyacından sonra edep yerini dahi Mahmut ve arkadaşı yıkamaktalar ve sağ salim hastaneye yatırabilmek için Allah’a dua etmektelermiş…

 

Ve Haydarpaşa’dan güç bela vapura bindirilen Deli Rıfkı, trenin verdiği mahmurluk ve sarsıntı ile fazla eziyet etmez… Sirkeci iskelesine yanaşan vapurdan Haydarpaşa vapurunun bütün yolcuları inmesine rağmen Rıfkı indirilmek için geminin omurgasına, yani iskele tarafına getirilir… Ama Deli Rıfkı bilmem deniz suyunun korkusundan bilmem karadaki insan kalabalığının ürpertisinden vapurun yan demirlerine bir tutunur ki asla ellerini demirlerden bıraktıramazlar…

 

Gerek o güçlü Mahmut gerekse arkadaşı Halil bir türlü Rıfkı’yı inmeye ikna edemezler. Çaresizlik içinde bütün emniyet kuvvetleri gelmesine rağmen polisler de “asker işi bu” diye pek işi üstlenmezler. Vapurun seferi aksar. Mahmut ve arkadaşı çaresizdir, akıl hastası olduğu için eziyet etmek ve vurmak kırmak da istemezler… Çünkü ona karşı çok büyük bir acı duymaktalar.  Bir kenarda oturmuş olanlara bir anlam vermeye çalışan Mahmut omuzundan bir elin sarsması ile kendine gelir.

 

Bu el Mahmu’ un İstanbul’a çalışmak için gitmiş olan köyünden okul arkadaşı ve yakın akrabası olan Ali’den başkası değildir. Bu vahim olaya şahit olan Ali “Sen bekle” der Mahmut’a ve hemen Sirkeci’ye yakın olan ve çalışmak için o büyük şehirde bulunan ne kadar köylüleri varsa onlara “hemşerilerim bizim köylü Sarı Salih’in oğlu Musa eskerlikten bir deli getirmiş. Onu da vapurdan indirememiş gelin hep birlikte ona yardımcı olalım. Adam çok zor durumda baya ağlayacak hale gelmiş” deyip hepsini vapurda delinin başına toplar. Gelen bu kalabalık köylüler Mahmut’u zor durumda görünce duruma şaşırırlar ama onların da yapacağı pek bir şey yoktur.

 

İçlerinde onları çağırıp oraya toplayan Ali çok gözü karadır, insanların dalgınlığından faydalanıp bir yerden eline geçirdiği demir parçasını Deli Rıfkı’nın kollarına şiddetle vurunca o ızbandut gibi kuvvetli, demir bilekli deli, tutunduğu demirleri koyuverir ve hemen vapurdan indirilir. Ama Ali’nin ona vurduğunu kimse fark edemez. Hepsi de beraber olurlar ve götürüp Rıfkı’yı Bakırköy Akıl Hastanesi’ne teslim ederler. Ve bir iki gün arkadaşı ile beraber köylülerinin misafiri olan Mahmut yine trene binip arkadaşı ile beraber Kütahya’daki birliğine dahil olur, eskerliğine devam eder.

 

Uzun süren bu eskerlik esnasında Mahmut bazı şehir merkezinde, garnizonda, bazen de  6 aylık okulu bitirip cenderme çavuşu olduğu için kasabalarda karakol komutanı olarak görev yapar ve vazifesinde çok da başarı sağlar. Bir keresinde iki köy arsında arazi anlaşmazlığından dolayı çıkan çok mühim bir vakayı olay yerine müfreze kaldırıp günlerce dağlarda yatarak, iki köy arasında gerginliğe sebep olanları yakalayıp cezalandırır ve olayı bastırır, sükuneti sağlar. Komutanlarından başarı iltifatı görür. Hatta bu olaydan dönüşte sesi çok güzel ve Türk halk müziği repertuarı geniş olan Mahmut’tan o yıllarda yeni çıkmış ve dillerde hep söylenen bir türkü var ki onu söylemesi için komutanları ver arkadaşları ısrar ederler ve Mahmut güzel sesi ile şu türküyü söyler ve büyük alkış alır:

 

Süt içtim dilim yandı amanın amanın

Döküldü kilim yandı kız sana hayranım

Ben kilimde değilim amanın amanın

Bahçende gülüm yandı yar sana hayranım

 

Cendermeyim cenderme amanın amanın

Beni yoldan dönderme kız sana kurbanım

Benim sende gözüm yok amanın amanın

Bana mektup gönderme kız sana kurbanım

 

Cenderme çavuşuyum amanın amanın

Yol verin savuşayım kız sana kurbanım

Köyde sevgilim vardır amanın amanın

Ona tez kavuşayım kız sana hayranım

 

O gece Mahmut bu türküyü söylerken kız arkadaşları ile dışarıdan onu dinleyen bir komutan kızı olan Hülya ve arkadaşları aniden içeri girerler. Bundan Mahmut ve arkadaşları çok utanırlar ama komutanı bu türküyü bir daha söylemesini ister .

 

Ve sonunda onu alkışlayıp taltif ederek olayı tatlandırır. O gece Mahmut’u dinleyen Hülya gençliğin verdiği içtenlik ve Mahmut’un yakışıklılığı ve sesinin güzelliği karşısında ona aşık oluverir. O yıllarda bu kadar açıklık yok, insanlar içine kapanık olduğundan Hülya babasından çekindiği için durumu annesine anlatıp Mahmut’u çok beğendiğini, onunla ne olursa olsun evlenmek istediğini söyler… Anne ise durumu babaya intikal ettirir.

 

Zaten teskeresi yakın olan Mahmut’un köyünde ufaklığından beri gönlünde olan komşu kızı, karakaşlı kara gözlü, dünya güzeli Zeynep, Mahmut’un hiç gönlünden çıkmamaktadır.

Bu yüzden teskere sonunda komutanı “askerde teskere bırakıp kal benim de kızımı al Mahmut” demesine karşın “olmaz komutanım benim köyümde bekleyen anam, babam, bacım ve bir de sevdiğim kız var, adı Zeynep’tir der” utanarak.

 

Babacan komutan “Eferim Mahmut, sen vefakar vatan seven bir oğlansın. Var git vatana millete, anana babana hayırlı evlat ol. Allah muradını versin” der. Mahmut teskere alır köyüne döner. Aile büyük bir sevince boğulur ve hemen hiç vakit kaybetmeden gözlerinden daima gelin olarak geçen Zeynep’in ailesine dünür oluverirler. Zaten köyde çok sevilen Mahmut’tan eskerlik dönüşü dünürlük bekleyen Zeynep’in ailesi de itiraz etmeden Zeynep’i Mahmut’a veririler. Bizim Mahmut o günün zor şartlarına rağmen Kütahya’daki komutanına düğünü için davetiye gönderir. Bu davetiye babadan önce kızı Hülya’nın eline geçer… Hülya mektubu okuyunca içinden aşkını bir türlü atamadığı Mahmut’u başkasına kaptırmamak için çeşitli planlar düşünür ve yine durumu annesi ile paylaşır…

 

Kızının ızdırabını içinde hisseden anne ona her türlü yardımı yapmaya karar verir ve birkaç gün geçtikten sonra mektup komutana kızı tarafından iletilir. Mektubu okuyan ve durum değerlendirmesi yapan babacan komutan bir akşam evinde bu düğün durumunu ailesine açar ve “ne pahasına olursa olsun bu düğüne gidilmeli” der. Çünkü Mahmut’u bir evladı gibi sevmektedir. Ailenin Mahmut için yaptığı sinsi planlardan habersiz olan komutan nihayet düğüne yakın bir şekilde ailesi ile beraber yola çıkar ama ne var ki düğünden evvel Mahmut’un başına kara bir kâbus çökecektir. Mektubu gizli alan ve düğün durumunu öğrenen Hülya annesi ile yaptıkları plan üzere Mahmut’un komutanından aldığı sevgi cesareti ile bir gece evlerine girdiğini ve Hülya’yı çok sevdiğini söyleyerek evlenme vadi ile o gece kimsenin haberi olmadan ona sahip olduğunu Kütahya savcılığına bir dilekçe ve Mahmut’un adresi ile bildirir.

 

Herkes düğüne gelirken bir gün iki cenderme Mahmut’un köyüne gelerek Mahmut’u ırza tecavüzden tutuklayıp zindana (hapse) tıkarlar. Mahmut’un bütün yalvarıp yakarmaları kar etmez tutuklanmaktan da kurtulamaz. Çünkü Hülya kız ile annesi komutanın nüfuzunu kullanmışlardır. Mahmut gelecek misafirlerine karşı mahcup olmaktan ve bu yüzüne sürülen lekeden dolayı çok ızdırap çekmekte ve başka yapacağı bir şey olmayınca da Allah’a yalvarmaktadır. Bir ara görüştüğü hapishane müdürü Mahmut’a şunu söyler: Eğer 500 lira tamamlar da gelirsen seni kefaletle serbest bırakırım ve düğününü yaparsın, ondan sonra davan görülür belki de beraat edersin.

Ama 500 gaymeyi bulmak o yıllarda her babayiğidin harcı, her ailenin de harcı değil.

Mahmut o gece düşünürken bir ağıt aklına gelir ve ağıtta şu ifadelere yer verir.

 

Önce babaya seslenir:

Varın da söylen bey babama

Çiftini çubuğunu satsın da

Beş yüzü tamam yapsın da

Oğlum Mahmudum desin de aman

O çıkarsın beni hapisten zindandan

 

Cevap gelir rüyasında babadan:

Varın da söyleyin Mahmutuma

Çiftimi çubuğumu satamam aman

Beş yüzü tamam yapamam aman

Oğlum Mahmut’um deyip de aman

Çıkaramam ben onu hapisten zindandan

 

Garip Mahmut çaresiz döner anaya:

 

Varın da söyleyin anacığıma

Sandığını sepetini satsın da

Beş yüzü tamam yapsın da

Oğlum Mahmut’um desin de aman

O çıkarsın beni hapisten zindandan

 

Yine rüyada anadan cevap gelir:

Varın da söyleyin Mahmut’uma

Sandığımı sepetimi satamam aman

Beş yüzü tamam yapamam aman

Oğlum Mahmut’um deyip de aman

Çıkaramam ben onu hapisten zindandan

Mahmut bu korkunç rüyadan uyanır ve artık kimseye güven duymamaktadır. Tek tesellisi ve umudu yıllardır gönlünde sevgili diye beslediği ve yakında düğünü olacak olan sevgilisi Zeynep’e yazar:

 

Varın da söyleyin Zeynebime

Altınını yüzüğünü satsın da

Beş yüzü tamam yapsın da

Sevdiğim Mahmut’um desin de aman

O çıkarsın beni hapisten zindandan

 

Zeynep’ten müjdeli cevap gelir:

 

Varın da söyleyin o sevdiğime

 Altınımı yüzüğümü satarım ben

Beş yüze bin beş yüz katarım ben

Sevdiğim aşkım Mahmut’um derim de aman

Çıkarırım ben onu hapisten zindandan

 

Daha yari bile olacağına garantisi olmayan sevdiği için her şeyini satar, kefaleti öder, hapisten Mahmut böylece çıkar. O anda da düğüne bir gün vardır, misafirler gelirler komutan durumu burada öğrenir ve deliye döner… Elindeki varını yoğunu harcar o Zeynep’in sattığı takı altınlarını alır, yüzüğünü alır, mahkemeyi geri aldırır ve Mahmut’tan özür dileyip Mahmut’un memleketini terk eder.

 

Bunu bizim köyümüzde 1952’de bir amcamız vardı Kadir diye… Onun bir de oğlu vardı, benim yaşıtımdı… Merhum Mahmut diye onun için İstanbul’dan bir gramofon ve bu Mahmut’um türküsü okunmuş, acıklı acıklı çalan bir taş plak ile köye gelmişti. Akşam sabah onlara gider bu plakları dinlerdik, ilk plak dinleyişim o yıllarda olmuştu… Hikayeyi de Kadir amcam anlatmıştı bizlere, ben de sizinle aklımda kalanları paylaştım.

Daha ilginç olanı da sizlerle paylaşayım. Kadir amcanın benim akranım olan baba adını taşıyan Mahmut’u bir ekin tarlasından sap çekerken 12 yaşlarında attan düştü at beynine basıp kafasını patlattı… Mahmut da genç yaşta Hakkın rahmetine kavuştu… Kadir amca da bu acıya dayanamayıp köyü terk etti, uzun müddet önce o da rahmeti Rahmana kavuştu… Allah hepsinin kabrini cennet etsin, rahmetini üzerlerinden eksik etmesin… Amin.