Küçük yüreğimdeki büyük acılar
İsmail Detseli, okurlarından aldığı mail ve mektupları köşesine taşıyor.... İşte Detseli'nin okurlarından gelen hikayeler...
İsmail Detseli
Toplumumuzda öyle gizli kalmış değerlerimiz var ki adeta hazineler gibi. Geçmişi, yaşamı kaleme alarak günümüz insanına yön vermeye çalışan, yuvanın sıcaklığı, kutsallığı üzerine mesajlar veren o değerli okurlarımızdan mail yolu ile aldığım ve çok okumaya değer bulduğum yazılarını onların da müsaadelerini alarak köşeme taşıyorum. Aslında bu değerli hazineler, masaların çekmecelerinde, bilgisayarların kasalarında kalmamalı, bu fikirlerden ve yaşanmış öykülerden günümüz insanının bilhassa gençlerimizin ders çıkarması gerektiği düşüncesindeyim.
Geçenlerde bir yazısını köşeme taşıdığım gazetemizin sürekli takipçisi olan okurlarımdan Sevil Köse isimli değerli hanımefendi kardeşimiz, kendisini çok iyi yetiştirmiş, saygıyı sevgiyi ön planda tutan, gönül dostu aynı zamanda çok da mütevazı bir duruşa sahip. Kardeşimizin güzel üslubuyla kaleme aldığı yaşanmış bir hatırasını sizlerle paylaşmaktan onun adına onur duyuyorum.
“Hayat öyle bir mücadeledir ki doğumla başlar, ölümle biter” derler ya asla öyle değil.
Bu yaşamın mücadelesi daha ana rahminde başlar. Şayet ananın alnına yazılmış kaderinde olan olaylar çileler var ise zaten mücadele başlamış demektir. Peki, ölünce biter mi? Hayır. O zaman da bitmez ama başkalarına göre bittiği zannedilir. Niçin şayet dünyada bıraktıkların var ise –evlat, mal… İşte bu terekelerde- senin ruhun için bir mücadeledir. Evlatlar bıraktıklarını üleşirken seni mücadeleye mutlaka dâhil ederler. Nasıl ederler, orası belli olmaz. Ya dua ile ya da intizar ile… Ya bir de dünya yaşamında eşine evlatlarına huzur vermedi isen, yuvana sahip çıkmadı isen, vurdumduymazlıkla yaşadı isen, oradaki halini düşünmek bile akla ziyan verir.
İşte böyle bir çilekeş yaşamdan kesitler yaşayan bir dertli kardeşimizin dilinden aktarıyorum okuyun ibret alın:
“Gecenin karanlığı düşmüş, sessizlik düşünce somurtkanlık, dalıp gitmeler ve annemin gözyaşları. O gün akşam babam yine eve gelmedi, ben beş yaşımda, küçük kardeşim dört yaşındaydı. Tarhana çorbasına ekmeğimizi doğrayıp yedik, sofrayı kaldırdıktan sonra ben kardeşimi uyuttum, usulca yanına kıvrıldım ama uyku nerede. İçimde bir büyük acı vardı, bunu iyi hissediyordum.
Anneciğim usulca kulağıma eğilerek, “Kalk dünya güzeli kızım, Sevil’im! Babanı aramaya gideceğiz” dedi, hemen kalktım, “Anne gece karanlıktan korkarız, nasıl gideceğiz?” dedim, “Korkma iki sokak ötede, yaz günü insanlar dışarıdalar” dedi. Çoraplarımı elime aldım, gece karanlığında düştük yola, çoraplarımı giyemedim elimde kaldı. Bursa’nın dar sokaklarını dolaşarak bir kapının önünde durduk, annem zile bastı, bir kadın çıktı. Annem sordu “Bu evde kiracınız vardı” diye, kadın “Evet yeni bir kiracım var, Astsubay, yeni evliymiş” dedi. Annem bu sözleri duyunca ağlamaya başladı, “O benim kocam diyebildi” sadece. “Ev hangisi?” dedi annem, kadın “İşte burası!” diye zile basıverdi. Kapıyı babam açtı, beni ve annemi karşısında görünce şaşırdı, “Siz beni nasıl buldunuz?” dedi, ben içeriye girdim, sanki olanlar film gibiydi de ben seyrediyordum. Yerde kola soda şişeleri, konserve kutuları ve karşımda o kadın, gecelikle çıkıverdi karşıma, bir yandan tartılmalar, bir yandan annemin gözyaşları elimdeki hala giyemediğim çorabım ve içime düşen acı çocuk aklıma büyük gelmişti.
İşte o gün gece ben sadece çorabımı kaybetmedim, babamı, aile ocağımı, oyuncaklarımı, çikolatamı kaybettim. O günden sonra ben her şeye olan inancımı kaybettim, güvenmeyi kaybettim, çaresizliği öğrendim, aç-açık kalmayı öğrendim, o günden bugüne kırk yıl geçmişse de ben neden doğduğumu öğrenemedim. Sorgularım ne hayatla bitti, ne de kendimle. Bazen diyorum ki keder alnımıza böyle yazılmış, belki de Astsubay kızı olarak büyüseydim, şımarık olsaydım, ekmeğin fiyatını bilmeseydim, hayata hazır olmadan mı büyürdüm yoksa böyle zor yaşayıp, ayaklarım yere sağlam basarak, her bir şeyin farkına vararak mı yaşamak iyiydi. Bilmiyorum ki birini yaşarken diğerini sorgulayamam ki. Bildiğim tek doğru annemin bize dürüstlüğü, insan olmayı, yalan söylememeyi, helalı, haramı en önemlisi kanaatkar olmayı öğrettiği gerçeğiydi.
Babam biraz daha ileri giderek, o kadını evimize getirdi, üstelik o kadın da hamileydi. Annem de hamileydi. Babam bize o kadın için bu sizin halanız diyordu, kardeşimin bu tür şeylere pek aklı ermiyordu ama ben babamın bize yalan söylediğini çok iyi biliyordum. O kadın yukarı katta,biz aşağı katta oturmaya başladık. Benim o hem temiz kalpli gönlü güzel annem, çilekeş, dertli annem sevdiği insanı başka bir kadınla paylaşacak kadar asildi ama yüreğine düşen acıyı da biz yavrularına sarılarak gidermeye çalışıyordu. Bir gün annem, babama bu böyle olmaz tayinini iste gidelim buralardan dediyse de babam kabul etmedi. Evde hiç de hoş olmayan onca acılı ve kabus dolu günler yaşadık. Bir keresinde babam beni kucağına almıştı. Severken o yabancı kadın kıyameti kopardı, “Madem senin eşin, çocukların vardı beni niye getirdin?” dedi. Evin zaten az olan tadını tuzunu kaçırdı. Babam “Sen de benim evli olduğumu biliyordun neden geldin?” dedi bu kısır döngü ve seviyesiz tartışmalar, beş yaşımdaki aklıma ve o çocuk ruhuma hep büyük ve acılı gelmişti. Nihayet beklenen günler de yaklaşıyordu. Hem annem hamileydi hem de o kadın bebek bekliyordu. Evde ise durmadan ciddi kavgalar yaşanıyordu. Sonunda annemin canı yanıyordu hep. O haliyle Askeri Hastane’de en küçük kardeşimi dünyaya getirdi. Doktorlar annemin yediği onca dayaktan hem vücudunda hem de bebeğin vücudunun bazı yerlerinin mor olduğuna dikkat çekiyordu. Ama annem her şeye rağmen babamı utandırmamak için “Doktor bey ben birkaç gün önce çok fena bir şekilde düştüm” demişti. Ve hastaneden çıkıp gelmişti. Aynı evin içinde bu sefer de o kadın, gecenin bir yarısında sancılandı. Babamla kaydı olmadığı için Askeri Hastane’ye gidemedi, evde doğum yapacaktı ama ebe yoktu. Annem o loğusa haliyle komşulara koşup ebe buldu geldi. Anneme komşular “Neden ebe buluyorsun, bırak ne yaparsa yapsın zalim kadın” dediler ama annemin, “O sabi günahsız çocuğun ne suçu var Allah her şeyi görüyor” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Annem artık birlikte yaşanamayacağını anladığı için memleketten babasını -dedemi- çağırdı, Anadolu kadını öyle her istediğinde tek başına yollara düşemezdi. Telli duvaklı gelin çıktığı eve geri dönmek için dedemi çağırdı. Dedem geldi, annemi ve biz üç kız kardeşi yanına aldı, memlekete dede ocağına döndük. Dönüş o dönüş… Kendimle kavgamın başladığı günler… Var olduğumu, hayatta ben de varım dediğim günleri, arkadaşlarımın babalarını kıskandığımı, bayramsız günlerim, asiliğimi ve kinimi kazandığım günler o günlerdi.
Ben bunların hesabını ömrüm olursa gün gelir sorarım demiştim. Yıllar sonra babamla karşılaşınca sordum, “Neden böyle yaptın baba?” dedim. “Mademki birbirinizi severek evlendiniz, sen neden on iki yıl sonra bir başka kadın buldun ve evimize getirdin” diye sordum, “Kader” dedi, “Cahillik” dedi, “Hata” dedi, “Ben de istemezdim yuvam yıkılsın, sizleri öksüz koymak ama oldu bir kere. Kızım oldu bir kere..” Evet olmuştu bir kere… Annem de her ne kadar iyi niyetli olsa da babamı işinden attırmıştı. Babam işsiz güçsüz o kadınla hiç de mutlu olamadı. Yıllarca kendi başına orada burada pejmurde yaşadı, bize de dönemedi. Hem kendi hayatını, hem de bizim hayatımızı mahvetmişti. Baba “Sen bencillik etmişsin, bizler olmasaydık seni belki anlardım. Mademki anlaşamadınız yıllar sonra da şimdiki gençlerin deyimiyle, ruh ikizin değildi, teniniz uyuşmadı filan gibi şeyler vuku buldu. Ama biz üç kardeş varken senin başka kadın bulman tam anlamıyla bencilliktir” dedim. “İnsan anne yada baba olunca sorumluluk duyar. Halbuki sen bencillik edip bizi hayatından çıkardın”, dedim. Başını öne eğdi, “Kızımm” dedi. “Ben bu annenizin hakkını ödeyemem” dedi. “Her şeye bunca çileye rağmen bir daha evlenmedi. Sizlere üvey baba getirmedi, çocuklarına hem ana oldu, hem baba. Yavrum benim şimdi tek isteğim var. Annenle görüşüp ondan helallik almak, ondan sonra ölürsem öleyim” dedi. Bu son cümleleri evvelki yıl, ölmeden üç ay önceydi. Memlekete gelince beni çağırmış, her zaman inat ederdim gitmezdim ama bu sefer ziyarete gittiğimde söylemişti.
Annem benim yanımda yaşıyor, babamın bana söylediklerini anneme söyledim, “Anne” dedim Babam “Senden helallik istiyor, ikiniz bir görüşecekmişsiniz”. Annem,başını dikti ve bana şöyle dedi: “Güzel kızım, ben alnımın akıyla evlendim alnımın akıyla da babanızdan ayrıldım. Kader böyleymiş, ben babanla görüşmem ama varın gidin söyleyin, gönlü müsterih olsun BEN ONA HAKKIMI HELAL EDİYORUM” deyince ben orada koptum. Babamın kanından canından dünyaya gelen ben, babama hakkımı helal etmezken, annem babamı affetmiş üstelik de hakkını helal etmişti. Bu ne mütevazılıktı, bu ne alçak gönüllülüktü yarabbi. Ertesi gün babama gittim, annemin söylediklerini babama aktardım, başını öne eğdi, zor nefes alıyordu, geçirdiği bir yığın kalp ameliyatından sonra hep hap kullanıyordu, cebinden dil hapını ağzına aldı, “Sağ ol kızım” dedi. “Ben kalkayım artık baba işim var” dedim. Gözlerimin içine bakarak “Biraz daha kal sana biraz daha doyasıya bakayım” dedi, elinden gelse, beni bağrına basıp hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı ama benim vereceğim tepkiden çekindiği için gözümün içine içine bakarak “Yine gel kızım hakkını helal et” dedi. Gözünden iki damla yaş düştü, işte son görüşüm bu oldu.
Üç ay kadar sonra, bir telefon geldi, halamın oğlu arıyordu, “Abla” dedi “Dayımı araba çarpmış ölmüş”. Telefonu kapattım, o an ne düşüneceğimi bilemedim, ne üzülebiliyordum, ne de sevinebiliyordum, tarifi mümkün olmayan bir acı düştü içime… Ölen benim babamdı ama hiç babalık yapmamıştı. Ölüm neydi ki benim için, onca acıyı yaşamış biri olarak, ölüm beni yıkar mıydı? Yıkmadı ama babamın o morgdaki hali hiç gözümün önünden gitmedi, işte her şey bitti… “Ben hatalarımın bedelinde yaşayıp sonunda da öldüm yavrularım” der gibiydi. “Yaşamam için bütün sebeplerimi kaybettim, şimdi bana en çok ölüm yakışır kızım” diyordu. Ölüm kimseye yakışmazdı, babama da yakışmadı, boynunu bükmüş öylece yatıyordu. Sırtımı dayayamadığım o koskoca gövde, bir tabutun içinde sessizce yatıyordu.
Hakkımı helal etmedim ama dua ettim. Kim olursa olsun, ne olursa olsun ölen bir insanın sadece duaya ihtiyacı vardır. Hesaplar öteki tarafta zaten verilir. Babamı ambulansla Bursa dan getirdik ve evlat olmanın bütün sorumluluklarını yerine getirdik, bu yıl mezarını yaptırdık. Ben yazmayı çok severim ya mezar taşına bir şeyler yazdıracaktım vazgeçtim. Şimdi artık bütün sorguları Allah’a kalmıştı, bir de ben taşa bir şeyler yazıp azap etmek istemedim..
Geçen bayram mezarına gitmedim belki bu bayram giderim. Mezardan geldikten sonra kafamı toplayamıyorum, nerede ne var hepsi beynime üşüşüyor, sorularımın yanıtını veremiyorum. Annem ve iki kardeşim hala babamın yaptığı hatanın bedelini öderken ben hiç bir şey olmamış gibi kavgamdan vazgeçemiyorum.
Geçen oruç bayramında ortanca kardeşim geldi, ikimiz birbirimize sarıldık ağladık, dört yıldır Kıbrıs’taydı, Babam öldüğünde de gelmedi, “Benim babam çoktan öldü” dedi. Dedi de demesine oturup babamdan annemden bahsedince çok ağladı çok, anladım ki kardeşlerimdeki babasızlığın bıraktığı acı benimkinden daha fazlaydı. Çünkü ben paylaşıyorum, konuşuyorum, yazıyorum, kardeşlerim konuşmadıkça, paylaşmadıkça onlara düşen babasızlık acısı çok büyük. Annem bağrına taş basarak, babam hatalarının bedelinde, kardeşlerimle bende, HAYAT BİZİ UNUTMA BİZDE VARIZ diyerek yaşadık, yaşıyoruz. Her kesin yüreğinde yaşattığı acı başka başka, belki de bizim yaşadığımız acıdan daha fazla ama ben beş, diğeri dört, küçüğü bir yaşında olan çocuklara babasızlığın ne olduğunu sormayın. Bizim için BABASIZLIK YANARDAĞ İÇİNDE PATLAMAYA HAZIR ATEŞ gibi, kim dokunursa yanar, ama ilk önce bizi yakıyor.”
İnsanoğlunun bile bile yaptığı hatalar ve bu hataların bedeli bu yazıdan daha güzel anlatılamazdı. Kalemine, gönlüne sağlık, dertli iken yaşamı sevebilen Sevil Köse kardeşim.
Saygı ile…