Prof. Dr. Caner Arabacı
Kültürel zemine dikkat
Türkiye’nin gündemine bütün ağırlığı ile çete, gladyo, Ergenekon… Ne denirse densin silahlı, kökü NATO-ABD’ye kadar uzanan derin bağlantılı organize bir örgütlenme ile ilgili haberler yerleşti.
Aslında bunlar bağışıklık kazanılması gereken gelişmelerdi. Hatta olağan karşılanması gereken haberlerden olmalıydı. Bir ülkenin bağırsaklarını temizlemek ya da vücuduna yerleşen dış güdümlü odakları temizleme çabası kadar tabii ne olabilirdi. Ama Türkiye’de yıllarca konuşulduğu halde üzerine gidilemediği için; gidemeyen iktidarlar veya istenmedik hükümetler devrildiği, modern-post modern darbeler kaynağı görüldüğü için büyük güç vehmedilmiş ve vehimli bakışların sahipleri de tacından tahtından edilmişti.
Türkiye bugün, devletteki bütünlüğü sağlamanın olağan başarılarını devşiriyor sanki. Müdahaleci, sömürgeci dış güce, sadece dış politikada değil içeride de darbe vuruyor. Âletleri tesirsiz hâle getirmek, asıl kukla oynatıcıya darbedir çünkü. Ama bu noktaya fazla takılmak yanıltıcı olabilir. Çünkü kuklacılar tek âlet mi kullanırlar? B plânları yok mudur? Eğer böyle bir soru ile şüphe içinde bakınacaksak, ilk düşünülecek konu, kukla yetiştirmeye elverişli ortamın tartışılması olmalıdır.
Her devlette, her toplumda dış güçler yerli işbirlikçiler bulabilir. Ama bizim kadar mümbit ortam bulmaları mümkün müdür? O zaman, asıl hangi paravan ad kullanılırsa kullanılsın çetelere değil, onları yeşerten-çoğaltan ortama dikkat çekilmelidir.
Bir defa Türkiye, devletine, devlet kurumlarına güvenmeyen, bel bağlamayan insanlarla doludur. Üzerine gidilemeyen çeteler değildir sadece onun göstergesi. Vergi kaçırmanın çokluğu, asker kaçaklarının yüz binleri bulması, devlet kurumlarından yüz çevirenlerin varlığı aynı anlayıştan beslenmiyor mu?
İnsan devletine niçin güvenmez?
Herhalde cevap basittir. Bütün aygıtları ile devlet kimin hizmetindedir? Normal vatandaş, devletten kimlerin beslendiğini görmektedir? Diyelim ki devletini; sürekli bir grup mütegallibenin, yozlaşmış hatta soysuzlaşmış düşünce ve zümrelerin hizmetinde, emrinde gören, öyle hisseden insanlar ne düşünecektir?
O zaman devlet, süratle her solukta vatandaşının emrinde, hizmetinde, yanında olduğunu göstermek, ispatlamak, asırlara varan güven bunalımının izlerini silme konusunda kararlı durmak zorundadır. Vatandaşa “bu devlet kimin, kime hizmet ediyor” sorusunu sordurtan gelişmelerin önü kesilmelidir. Temizlik harekâtı, bu açıdan ne kadar takdir topluyorsa, onu moral değerlerle takviye etmek ondan daha önemlidir.
Devlet; milletle, onun kültürü ile medeniyet değerleri yani inancı, ahlâk nizamı ile barışmalıdır.
Almanya, nasıl Alman toplumunun kültürüne, Hıristiyan özlü medeniyet değerleri üstüne titriyorsa, Türkiye Cumhuriyeti de kültür ve medeniyet değerlerimizin kaynaştırıcı, birleştirici özü üstünde titremek durumundadır. Kadın kıyafeti üstüne on yıllardır tartışıp zaman öldüren, toplumu ile zıtlaşan uygulamaların araya soktuğu soğukluk kaldırılmalıdır. 28 Şubat’ın soğukluğu tek başına değildir. 12 Eylül’le birlikte “ABD’nin çocukları” nasıl başarılı olmuşlarsa, 1908-1909’da “İngiltere’nin çocukları” da öylece başarılı olmuşlardı. Daha 1908’de İttihat ve Terakki müfettişleri, İnas (kız) mekteplerinde öğrencilere “gelişmek istiyorsanız dekolte giyinmelisiniz” telkini yapıyorlardı. Çağdaşlaşmanın göstergesi, şekilde değişim, kadın kıyafetinde Batılı tip idi. Kafadaki ilim, bilimsel düşünce, teknik üretim, yararlı iş geliştirme değildi.
Çünkü ilerleme, gelişme işini “efendi”ler zaten gerçekleştiriyordu. İngilizler, Fransızlar araştırıyor, ilerliyor, üretiyorlardı. Türkiye’nin kültürel dönüşümü, medeniyet değerlerinde aşınması, Batı için tehdit olmaktan çıkartılması gerekiyordu. Onun için Batı adına, yerli modernleştiriciler, bilimden, yerli gelişmeden çok kültürel dönüşüme kafayı taktılar. Dinde reform, ezanın hangi dilde okunacağı, ibadetin hangi dilde yapılacağı az mı tartışıldı? On yıllardır bu konuların tartışılması; zayıf düştüğümüz hangi konuda bizi güçlendirdi? Diyelim ki, kimya sanayi mi kuruldu? Silah sanayisinde mi güçlendik? Atom reaktörleri kurup pahalı enerji sorununu mu çözdük? Yoksa eski kamplara, yeni kamplaşma konuları mı ekledik? Sosyal, siyasî kutuplaşmanın zayıflatıcı etkisini artırmaya çaba mı sarf ettik?
Çeteleşme, yani içimizden, kendi kan ve canımızdan insanların, güzel adların altında emeklerini bir dış gücün hizmetine vermeleri; o sosyal çatlamanın, kültürel yozlaşmanın bir acı meyvesidir. Ağacın damarlarına, kanserli su yürütülmüştür. Ağacın yeniden kendi köklerinden beslenir hale gelmesi, kendi kültür ve medeniyet değerlerinin üzerinde gürleşmeye başlaması gerekmektedir. Askerî, polisiye tedbirler, kültürel tedbirlerle pekiştirilmelidir. Değilse, kuklacı yeni adlar altında yeni örgütleri pekâlâ üretip sahneye sürebilir.