Haşim Akın
Ölüm Seçme Hakkımız
Ölümün mutlak bir gerçek olduğunu, aynı zamanda bir nimet olduğunu hepimiz biliriz. Bunu inkâr edebilmek, bu gerçeğin dışına çıkabilmek asla mümkün değildir. Ama ne zaman öleceğimize, ölümle nerede tanışacağımıza, nasıl bir hal üzere öleceğimize çok da karar veremeyiz. Her birimiz pasif bir şekilde ölümü bekleriz.
Bir Müslüman tuvalette ölebilir. Bir gayri Müslim de hırsızlık için girdiği mescidin içinde ölebilir. Birinin tuvalette ölmesi onun kötü olduğuna, diğerinin mescidinin içinde ölmesi de iyi olduğuna dair bir işaret olamaz. Hal böyle olsa da Rabbimiz bizlere ölüm konusunda bazı seçim ve tercih hakları da vermiştir.
Rabbimiz bizden ölüm sonrası hayat için hazırlanmayı ister. Zamanını belirleme konusuna müdahil olamasak da şekli konusunda bir seçim hakkımız olmalı ki Ali İmran suresi 102. Ayeti kerime de şöyle buyurur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz, Müslümanlar olmaktan başka (bir sıfatla) can vermeyin.” Anlıyoruz ki bizim İslam üzere ölmek gibi bir sorumluluğumuz varmış. Gerçi hadis-i Şerif; “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur” diye buyurunca konu anlaşılmış olur.
Yaşadığımız hal ile ölüm şekli arasında çok yakın bir alakanın olduğu kesin. Lakin Ali İmran suresindeki ilgili ayetin devamına baktığımızda aslında aklımızda karmaşık gibi görülen soruların cevabı veriliyor. Bir Müslümanın “ben bu güne kadar son nefesinde yolunu değiştirmiş birçok Müslümanı gördüm. Onların acı sonlarına da şahit oldum. Müslüman olarak ölmeyi nasıl başaracağız?” diye merak etmesi mümkün. Hatta bu soruyu sormak imanı bir vecibedir. İşite bu sorunun cevabını bir sonraki ayet veriyor.
“Hep birlikte, Allah’ın yeryüzüne uzatmış olduğu Kur’an ipine ama tümüne sımsıkı sarılın; sakın ondan ayrılmayın!
Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani birbirinize düşman idiniz fakat Allah kalplerinizi kaynaştırıp birleştirdi de, O’nun nimeti sayesinde hepiniz kardeş oldunuz. Ve hani, ateş dolu bir uçurumun tam kenarında idiniz de, Allah sizi oradan kurtardı.
İşte Allah, öğüt alıp doğru yolu bulasınız diye ayetlerini size böyle açıkça bildiriyor.” (Ali İmran suresi 103)
Burada bireysel olarak sadece bir Müslümanı ilgilendiren bir emir de yok. Onun yerine İslam toplumunun genelini muhatap olan engin bir düstur var. Müslümanlar; düzensiz, başıboş, herkesin kendi kararını kendisinin verdiği, diledikleri gibi yaşam tarzlarına sahip oldukları ve dağınık bir toplum olmamalıdırlar. Şayet böyle olurlarsa o zaman bu hedefleri gerçekleştiremezler.
Allah'ın yeryüzüne ortak yaşam tarzının tesisi için gönderdiği kitabına ve habibinin bunu açıklayan sünnetine sıkıca sarılır ve bunun etrafında kenetlenirlerse o zaman bir sorun da olmaz. Kitaba, onun hükümlerine ve Mü’minlerin cemaatine tabi olmak ve sürüden ayrılmamak gerek. Zira Anadolu irfanı bu ayeti kerimeden mülhem olarak “sürüden ayrılanı kurt kapar” diye özetlemiş ve tefrikayı yasaklamıştır.
İslam toplumunun darmadağın olmasının elbette sosyal hayatta birçok olumsuz yansıması olacaktır. Bu durum; onların kuvvetlerinin gitmesine ve düşmanlarına yem olmalarına sebep olacaktır. Burayı anladık. Lakin iki ayeti kerimeye birlikte baktığımızda bir de imanla ölememe, Müslümanlarla beraber can verememe, yanlış kişi ve işlerin peşinde koşarken acı bir akıbetle ölme gibi telafisi mümkün olmayan bir neticenin de varlığını gördük.
Mümin olarak ölememenin, İslam dışında bir hayat ve ölüm şekliyle karşılaşmanın en temel sebebi Müslümanların tefrika belası ile karşılaşmalarıdır. Kendi aralarındaki basit fikir ayrılıklarını, bir kısım konulardaki değişik mülahazalarını bir ayrılma sebebi olarak görürlerse işte o zaman ziyana uğramış olurlar. Allah'ın ayetlerine sarılmak, İslam’a sıkı sıkıya bağlanmak yerine kendi görüşlerini bayraklaştıranlar, yani Allah ve resulünü unutup kendi hevalarına göre bir hayat tarzı ortaya koyanlar çok önemli bir tehditle karşı karşıya kalıyor.
Yine Hucurat suresi 7. ayette “Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.” Hayatı Allah ve Rasülüne uydurmak yerine onları kendimize uydurmak, yani ayeti ve kerime ve hadisi şerifleri kendi arzularımızı destekleyecek ve işimizi kolaylaştıracak şekilde yorumlamak; acı akıbetlerin sebebi olacaktır. “Bana göre…” diye başlayan ve temeli sadece arzu ve hevesler olan cümleler, bizi imansız bir ölümün kapısına getiriverir.
Bu hataların cezası hiç de küçümsenmeyecek bir düzeyde oluyor. İsterseniz isimlere takılmadan şöyle zihnimizi yoklayalım. Başkalarına şirin görünme adına İslam'dan taviz vermeyi hedef bilenler, onlara yaşamayacakları ama kendileri için de tehlike görmeyecekleri bir İslam sınırları çizmeye çalışanlar, ayetleri modern dünyanın modern şartlarına(!) göre yorumlama yarışına girenler; nasıl da kötü bir sonla kaybolup gittiler.
İmanla ölebilmek büyük bir saadettir. Bunun için hepimiz de dua ederiz. Ancak bunun için Müslümanların arasında kin ve nefrete sebep olacak her türlü tefrikadan uzak kalabilme gayret ve azmi gerekir. Ferdi olarak yapılması gereken ibadetler elbette çok önemlidir. Ancak bu ibadetlerden daha da elzemi; Ümmeti Muhammed arasında her türlü firaka engel olmaktır. Hem buna düşmemek hem de kendi imkânlarımızla engel olmak görevimizdir.
Saflar sık tutulmazsa araya şeytan girer. Şeytanın araya girmeyeceği, safların ve omuzların sıkıca tutulduğu İslam Ümmetinin bir parçası olmanın dua ve hazzıyla;
Ya rabbi kalplerimiz kaydırma, bizi bölen ve bölünen toplumlardan eyleme ki imanla sana ulaşabilelim…