yazar-64
Pencerenin önündeki tablacı
Konya, ovaya bir yorgan gibi serilmiş vefalı şehir… Kendisinden uzak kalanları kucaklamaya her an hazır bir duruşu andırır uzaktan bakılınca… Bunu Akyokuş’tan seyrederken daha iyi anlar insan… Ama bu bendeki mülahazalar Akyokuş’ta yapılan bir seyrin ürünü değildir. Buraya uzun bir süre kalmak için son gelişimin -bu sefer bari bir senelik de olsa kalmayı içten içe arzu etmiyor değildim- bende uyandırdığı duyguların bileşkesidir. Siz bu satırları okurken belki de kader planını başka türlü yapacak yine bu vefalı dostla uzun bir süre halleşemeden belki de başka bir yerde olacak bu satırların yazarı.
Kollarını açmış bu haliyle bazen bu şehri dost canlısı bir Mevlevî’ye benzetirim… Mevlâ, Mevlânâ, Mevlevî, Mevlevîlik insanı nasıl da kucaklayan kelimeler. Şeyh Galib’in içine düşünce aşk ateşi kendini Konya’da bulmasını bir kere daha anlıyorum. Hem bu sefer kafamla değil, ruhumla, bedenimle, bedenimdeki zerrâtla bir kere daha anlıyorum.
Ne güzeldir Meram’ın bahçeleri… Ne güzeldir Alaaddin Tepesi, ne güzeldir Selçuklu, Karatay… Ve hala H.z. Pir’in iklimini solukladığınız Mevlana, müzesi. Kelimelerle böyle tarif edilmiş ya ondan öyle derim. Müze eskiyi barındırır içinde, oysa dostun evi her daim tazedir sinemizde…
Bu mülahazalarla geldim eve kadar. Ertesi gün sabah ilk defa geldiğim bu evin camından dışarıya baktım. Camın önünde kollarını açmış bir ağaç görüş ufkumu yapraklarıyla yeşile, meyveleriyle sarıya boyamıştı. Bu bir kayısı ağacı idi. O esnada annemin sesini duydum arkadan, “İstiyorsan koparabilirsin, evde kimse olmayınca koparan da yok yiyen de…” Evet apartmanın ikinci katına kadar uzanmış olan ağaç da lisanı hali ile adeta “bunlar sizin için” der gibi bir duruş sergiliyordu. Sarı meyvelerden kitapların sarı sayfaları belirdi gözümün önüne, hayalen. Bunların ağaçlardan bahseden metinlerinde ağaçlar, Mün’im-i Hakiki tarafından insana ihsan edilen nimetlerin taşıyıcısı manasında “tablacı” olarak tarif ve tavsif ediliyordu. Eğer siz bu ağacın karşısındaki halimin bir benzerini yaşasaydınız, bunun tavsif ve teşbihten öte “ayniyle hakikat” olduğunu vücudunuzdaki hücrelerle ile birlikte idrak ederdiniz. Allah zihni kör, kalbi kör, ufku dar bu kuluna bütün sebeplerini seferber ederek bir ders veriyor ve Kur’an’ın sekiz yüz küsur yerinde dediği şeyi hadiseler vasıtasıyla bir kere daha söylüyordu. “Hiç akıl etmez misiniz?” diye. Yahut Rahman Sure-i Celîlesi’nde buyurduğu gibi: “Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edersiniz?(yalanlarsınız)” diyordu. Vücudumuzdaki hücreler sayısınca estağfurullah.
Elhasıl, tablacılar vasıtasıyla Haizne-i Rahmet’ten ikram edilen nimetleri o gün, yemek nasip olmuştu. O meyveleri mi yiyordum yoksa ibadet mi ediyordum, işte bunun tefsiri ancak o günde mahfuz idi.