Şakir Tuncay Uyaroğlu
S.Ü.İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden Edebî Esintiler…
Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Nermin Durmaz / İktisat
Zeynep Nine
Bir film izliyordum, sanki gözlerimin önünden bir anda geçmeye başlayan bir film... Soğuk bir kış günü. Herkes evine girmiş. Kapılar her zamanki gibi gıcırdamakta ve yarı açık durumda değil, sürgülü.
Evlerde insanlar, camlarda oluşan damlacıkları aşıp; dışarıda, karanlıktaki sokak lâmbasının cılız ışığında oynaşan karlara bakıyorlar.
Kimileri; sobanın yanında kuş tüyünden yastığıyla süslenmiş sepetinde yatan kediler gibi, dışarıdaki soğuğun iliklerine işlediği zavallıları düşünmeden, miskin miskin yatıyorlar.
Diğer tarafta; ahşap, tahtaları gacır gucur yapan, mini mini, şirin, yanındaki yaşlı çınar ağacı ile sanki kaderleri sonucu bir araya gelmiş küçük bir ev.
Yaşlı çınar, artık hayatından bezmiş görünüyor. Ama her sabah çocukların gelip gölgesinde oynaması, kader arkadaşıyla paylaştığı günler, onu hayata kopmaz bağlarla bağlıyor.
Ahşap evin ise, iki hayat kaynağı var: Birisi, birbirlerine daima destek olan yaşlı çınarlar; diğeri ise, ona gözü gibi bakan yaşlı bir nine. Bu nine, gelinlik yıllarındaki gibi dinç olmasa da, içi hâlâ o günlerdeki gibi yaşama isteğiyle ve sevinciyle dolu.
O soğuk kış günlerinde; -kuş tüyünden değil ama- kendisine yeten bir minderin üzerine oturur, kendi gibi yaşlanmış sobasının içine attığı birkaç saman çöpü ile ısınırdı. Fakat üşüdüğü her hâlinden belliydi. Zaten, birkaç avuç saman kimi ısıtırdı?
Elleri; kurumuş bir nehir yatağı gibi kuruydu, sonbaharda uçuşan sarı yapraklar gibiydi, ama gençliğinde yetiştirip, güzel başlarını okşadığı öğrencilerinin sevgisiyle doluydu.
Gözleri; dışarıda cılız bir ışık saçıp etrafı aydınlatmaya çalışan, boyası atmış lâmbanın ona ulaşan bir avuç ışığına bakarak, o sevgi dolu bakışları ile kim bilir neler düşünüyordu.
Geçmişin hangi güzel hatırasını, sevgi dolu ellerinde hangi öğrencisinin güzel bir sözünü, bir “Öğretmenim!“ deyişini hatırlıyordu.
Sabah olmuş, yeni bir gün doğmaktaydı. Yaşlı nine, ahşap evinin duvarına dayanmış, minderinin üstünde uyuyakalmıştı. Gözlerinin altı, buruşukluğunu iyice belli ediyordu.
Anıların tazelendiği bir gecenin sabahıydı. Günün taze ışığı, onun güzel yüzüne vuruyordu. Zeynep Nine; belki de, gecenin güzel hatıralarını rüyalarında devam ettiriyordu.
Hayat, kimileri için sönmüş bir yıldızdan ibaretti ve bir avuç hayal dünyasının birer büyük taşıydı, gözlerinin altı, yüzü ve elleri buruşmuş, ama kalbi hâlâ sevgi dolu yaşlılardan biriydi Zeynep Nine.
Übeyit Akdağ / Uluslararası İlişkiler
Sümbül
Yazdan bir akşam, karanlık çöküyor. Toprak ve su sakin, sokaklar sessiz. Ama içimde denizler kabarıyor, fırtınalar kopuyor. Derken ay batıyor, gelgit duruyor ve dalgalar iniyor. Sokaktaki sükûnet içime yansıyor.
Ruhum; ıssız bir çölde, yorgun günün akşamında, vahada konaklayan gezgin gibi yıldızları seyrederek dinleniyor. Derinlere dalıyorum. Kızgın çölü ve yorucu yolculuğu unutarak yıldızlara doğru yol alıyorum.
Bulutların üzerinde uçarken karşıma ak sakallı bir pir çıkıyor... Düşlerim yavaş yavaş silinmeye başlıyor. Anlaşılan vahada dinlenirken uykuya dalmış ve güzel bir rüya görmüşüm. Şimdi gün yine doğmuş, kızgın çölde tekrar yürümeye başlamam gerekiyor.
Çünkü; rüyamda o ak sakallı, değneğini bana uzatarak “Ben sana yıldızlarda değil, memleketinde gez demedim mi?” diye sesleniyordu. Ve düşlerimden uyanıp tavanı izliyorum, dört duvar içimi daraltıyor.
Ama beynimde kararmaya başlayan bulutlar tekrar dağılıyor. Yine derinlere, geçmişe dalıyor, memleketime ve Sümbül’e uçuyorum.
Sümbül, göğe yükselen abide. Taşın ve toprağın muhteşem bütünlüğü. Derin vadiden yükselen, yükseldikçe sararan ve altına çalan rengiyle sarp kayalıklar. Kuşların bile uçmaya zor cesaret ettiği vadiye tepeden uzanarak bakan zülfikâr gibi çatallanmış o muhteşem doruk.
Akşamüstü vadinin karardığı, gölgelerin uzanıp heybetleştiği sırada Sümbül’ün alnına kızıl bir güneş vurur. Som altın çehresi önce sararır, sonra kızıllaşır.
Evet, Sümbül’de gün batımı... Sümbül, sanki saçları dağılmış bir sarışın. Eteklerine doğru renkler iyice koyulaşır. Ayaklarını ve eteklerini karanlık örter.
Ama o karanlığı sevemez. Başını kaldırarak kollarını güneşe uzatıp âdeta batışına itiraz eder. Fakat bunu başaramaz. Kolları yorulur ve yana doğru karartı ilerler. Ve gün batmak üzereyken, alnında hafif bir sarartı kalır. Sümbül sanki güne yalvarır, beni yalnız bırakma diye...
Ama karanlıkta geçen bu hüzün uzun sürmez. Sümbül’ün dorukları, yerin karanlığa en son teslim olan ve yine gün ışınlarını en erken karşılayan noktasıdır.
Hakkâri, dağların içine hapsolmuş şehir. Şehri çevreleyen yüksek dağlar, kale duvarları ve göğe uzanan surlar... Sümbül, şehri karşıdan gözleyen en yüksek kule. Zap Vadisi ise şehre giden tek kapı.
Şehir güven içinde, çünkü bir kartal yuvası gibi kurulmuş ve Sümbül âdeta kanatlarını germiş tepeden yuvayı koruyor.
Her mevsim farklıdır Sümbül’ün örtüsü. Hayatın dönüşümü Sümbül’de canlanır sanki. Altı aylık kara kışta buhran içinde ve yaslıdır Sümbül. Baharı dört gözle bekler. Ama hüznün sembolü olarak karayı değil, bembeyaz bir örtüyü seçer. Kış boyunca hep fırtınalıdır ve güneşe hasrettir.
Başı hep dumanlıdır. Akşamüstü rüzgâr uğuldamaya başlar ve hava buğulanır. Ve ak doruklar bulutlarla birleşir. Sonra ufuklar kaybolur. Yer ve gök kucaklaşır. Kar yağışı başlar. Yükü gittikçe ağırlaşır. Kendisini kaybeder Sümbül, kararan havanın içinde kaybolur gider.
Ona bir yere kadar tahammül eder. Silkelenmeye başlar ve ağırlaşan örtüyü üzerinden atar. Karlar tek yol izleyerek vadiye doğru süzülür, birikir ve yollar kapanır. Sümbül’ün kızgınlığı hayatı felç eder. Gün açmadan asla yol vermez. Bu devran aylarca sürer.
Bahar yaklaştıkça Sümbül’ün üzerine bir dinginlik çöker, yavaş yavaş ağlamaya başlar. Doruklarda başlayan, indikçe derinleşen iki kocaman yar var Sümbül’ün yüzünde.
Sümbül’ün gözyaşı pınarlarıdır bunlar. Aylarca durgun akan Zap, Sümbül’ün gözyaşlarıyla coşar ve sel olup akar. Baharda renk cümbüşüne dönüşür Sümbül.
Vadiden başlayan mor kayalıklar, ortalara doğru kızıllaşmaya başlar. Yana doğru hafif düzleşen etekler yemyeşildir. Rengârenk çiçeklerle bezenir.
Dünyada başka yerde benzeri olmayan, Sümbül’ün sembolü kırmızı ters lâleler... Ortalarda kızıl kayalarla bütünleşen yeşillikler ile masmavi göğün arasında sembolü karlı başı.
Yazın sonlarında sararan örtü tekrar kızıllaşmaya başlar. Hüzünlü bekleyiş ve sonbahar. Yine beyaz örtüsünü takmış Sümbül. Bu, yaslı döneme hazırlıktır. Bir müddet sonra da beyazlara bürünür. Sümbül’ün dönüşümü hayatı hatırlatır.
Hakkâri’de; sonbaharda insanı hüzünlendiren hafif rüzgârda uçuşan yapraklar değil, Sümbül’ün tepesinde kümeleşen kara bulutlar ve ortasına doğru inen beyaz örtüdür.
Hayatın gençliği, baharı ve yazı bitmiştir. Saçları ağarır yine Sümbül’ün. Bu, hayatı ölüme ve sonsuza uzanan yolculuğu hatırlatır. İçimdeki hüzün bir kat daha artar.
Çünkü Sümbül altı ay sonra, girdiği ölü hayattan yine kurtulur. Ama insan için hayat bir kere biter.
Erhan Koparan / Uluslararası İlişkiler
Puşu Sevdadır.
Delikanlı çağların bağrı yanık günleri, yanık tenlerle ne güzel uyum sağlarmış meğer.
Yitik sevdaların, hasretin, özlemin coşkusu bir başka yaraşırmış meğer, teni bağrından yanan yanık Anadolu insanına.
Şimdi gurbet şehirlerde, bakarsın ardına ve şimdi düşünürsün ancak bunları. Artık memleketini özlüyorsundur.
Güneş her gün sevda eker kalplere, bir ırgat tohum ektikçe toprağa. Sen, delikanlı sevdalar özlersin; oysa, etrafın sevda sözcükleriyle, aşk masallarıyla dolu ortamlarda.
Bir delikanlı aşkı büyütürsün kalbinde, bir çift göze adanan bir hayatı yaşarsın, iki günlük aşklar arasında.
Nereye baksan, ne düşünsen ve ne hissetsen, yüreğin özlemle dolar; benim memleketimde daha güzeldir her şey dersin. Hayatın; alın teri, emek ve helâl kazanç olduğu; umudun, sevginin ve aşkın kalplerden tertemiz duygularla geçtiği topraklardır memleket.
Ve puşu bağlayan bir ırgat özlemidir gurbet. Bağrı yanık bir ırgatı özlersin, başında puşusu. Ben de ırgatım diye haykırmak istersin. Haykırmak istersin, Ankara’da Kızılay’da gezerken.
Doğduğun yer değil, doyduğun yerdir derler senin memleketin. Hayır! Memleket bir sevdadır; umut, hayat, toprak ve anadır.
Puşu sevdadır. Alın teri, emek, gözyaşı ona silinir. Erkekler ağlar Anadolu’da, bir puşu gözyaşını siler. Erkeklerin ağlayabildiği topraklardır memleket. Beton yığınları etrafı kuşattıkça, kalpleri taşlaşan insanların yaşadığı büyük şehirler değil.
Hasretinin sancısı yüreğinde, gezersin büyük şehrin kalabalık caddelerinde. Büyük kalabalıklar içerisinde hep yalnızsındır. Ama bir hiç değilsindir, yalnız olmakla.
Kader mahkûmu değilsindir. Kader, mahkûm etmez. Kader, kaza eder; sen, hep kaza edersin. Savrulursun bir gelinin duvağı gibi, ama darağacının ipidir seni çeken.
Sen, içinde bir dünyada yaşarsın memleketinde. Hasreti tüm benliğinde hissedersin.
Hasretinin sesine kulak verirsin. Bir ırgat seni çağırır. Artık, geme gelmez duygular. Pantolon giymişsindir, ütülü bir de gömlek, ama çantandan puşunu çıkarır sararsın başına.
Senin sevdan puşundur. Varsın, yanından geçen çiftler seninle alay etsinler. Memleket, hasret, sevda, aşk ve güzellik seninle var. Senin sevdandır, sevdaları adam eden. Senin memleketindir, büyük şehirleri yaşanabilir kılan.
Gözünden iki damla yaş süzülür. Silersin onu puşunla. İki damla gözyaşı, en çok bir puşuya yakışır, Ankara’da Kızılay’da.