Şam'a gelen bir daha gelmek ister
4.5 milyon nüfuslu Şam-ı Şerif… Şamlılar, “Şam’a gelen, suyunu içen mutlaka bir daha gelmek ister” diyorlar. Yani İstanbul için söylenenleri söylüyorlar.
TYB Konya Şubesi'nin düzenlediği Suriye gezisinden dönen yazarlar Suriye izlenimlerini sizler için yazdılar. Hakkı Biçer, Fatma Ünver ve Mustafa Kaya'nın izlenimleri... Fotoğraflar: Muammer Ulutürk-Hilal Seyhan
İ. Hakkı BİÇER
“POZANTI BAŞKAYDI…”
Kahramanmaraş firmasına ait bir otobüs bizi bekliyor. Hacc yolculuğuna çıkacak gibi heyecanlıyız. Rektörlük önünde anne babasını ya da evlatlarını uğurlayacak olanlar da en az bizler kadar heyecanlı. Gazetelerde haber olalım diye bir fotoğrafımız alın
dıktan sonra bismillah diyerek otobüse biniliyor ve Ahmet Köseoğlu’nun sayımından sonra kaptanımız Abdullah Gül’ün idaresinde otobüsümüz hareket ediyor.
Ereğli otogarında verilen 10 dakikalık akşam namazı molasının yetersizliğinden şikayet edilince Pozantı’da dinlenme için daha geniş bir vakit olacağı haberiyle rahatlıyor herkes. Pozantı’da bir dinlenme tesisinde mola veriyoruz. Yarım saatlik bir moladan sonra saatinde otobüste bulunmayanlar olduğunu görünce Ahmet Köseoğlu “Şam başkaydı” nüktesini hatırlatıyor, Pozantı’da kalıp da Şam’a vasıl olamayacakların Konya’ya dönüşte hikayelerini “Pozantı başkaydı” diye bitireceklerinden söz ediyor…Gülüşüyoruz… Bilmeyenler için anlatalım… Eskilerde bir kafileyle birlikte iki kişi Hac etmek için yola çıkmış… Nasıl olduysa yolları Şam’a düştüğünde kaybolmuşlar ve kafile hareket etmiş. Onlar da Şam’da kalmışlar. Şam’da oyun ve eğlenceye dahil olup gönüllerine göre vakit geçirmişler. Dönüşte de Şam’da yeniden kafileye katılıp gelmişler memleketlerine. Döndükten sonra insanlar “Mekke’de, Medine’de ne var ne yok, hele bir anlat bakalım” deyince, “Ey ahali oralar da güzel de Şam bir başkaydı” diyerek konuyu değiştirir ve Şam’ı anlatırlarmış.
Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere’den sonra iki kutlu şehirden birisi Şam. Şerif sıfatını Kudüs’le paylaşan güzel şehir… Şam beldelerine yapacağımız ziyaret bu yönüyle herhangi bir ziyaretten çok farklı olacaktı. Peygamber şehirlerinde dolaşmak, nebilerle aynı havayı solumak, yüzyıllar ötesine gidip varislerinin ders halkalarına katılmak için yürekler kıpır kıpırdı…
İki yılını Halep’te, dört yılını da Şam’da geçiren Mevlânâ’nın ikamet için karar kıldığı şehirden, bu kez biz O’nun bilginler ve sufileriyle birlikte olmaktan büyük keyif aldığı Şam’a gidiyoruz…
Adana, İskenderun derken yollar uzadıkça uzuyor. Kıvrıla kıvrıla giden yollar bizi Cilvegözü’ne ulaştırıyor: “Güle Güle Türkiye”… Bir dostla vedalaşırken bir başka dostla kavuşuyoruz sanki “Ehlen ve Sehlen” diyor Suriye… Beşşar’ın ‘büyük idareci’, Hafız Esed’in ‘büyük komutan’ olduğunu daha sınırda
öğreniyoruz… Gecenin karanlığını yırtan otobüsümüzün ışıkları köyleri kasabaları geçtikten sonra, şafakla birlikte Humus’u selamlıyor. Gün ağarırken 500 bin nüfuslu şehir, yemyeşil Humus bizi karşılıyor.
Halid b. Velid Camii’ne hem büyük komutanla buluşmak hem de sabah namazını ihya etmek için iniyoruz. Allah’ın kılıcı Halid Bin Velid ve oğlu Abdurrahman’ın kabirleriyle Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah b. Ömer’i ziyaret ediyoruz. Camiden çıkarken bizim Şerafeddin Camii önündeki sahlepçi gibi bir sahlepçiyle karşılaşıyoruz. Her gün cami cemaatini ısıtan satıcı, o sabah serinliğinde bizi de ısıtıyor. Halid b. Velid’e selamlar gönderdikten sonra şehrin ortasından geçerken Hama ile Humus’u ayıran, tüm nehirlere inat kuzeyden güneye akan Asi nehrine veda ediyoruz. Serin sabah rüzgarında dudaklarımızda o eskimeyen ezgiler:
Es rahmet rüzgarı es üstümüze
Bugün sımsıcak çöl kumlarında
Zorluk seferinde zorluk erleriyle
Hedef bellidir yolumuz Şam’a…
Humus’un geniş caddelerinden Şam’a doğru ilerlerken; ağaçların otuzbeş derecelik bir açıyla batıdan doğuya sanki kıyamdan rükûya geçer gibi duruşları dikkatimizi çekiyor. Farklı yorumlar yapılıyor, kimi kuvvetli rüzgârları kimi de yoğun yağışları sebep gösteriyor.
Şam’a 80 km uzaklıkta Murcan Kahvaltı Salonu’nda peynirli, zeytinli, Arab usulü börekli, ekmekli güzel bir kahvaltıdan sonra yeniden yola revan oluyoruz. Her yerden görüntü alma alışkanlığı ve fotoğraf tutkusu, grubun geç toparlanmasına ve her durduğumuz yerden 15 dakika rötarlı kalkmamıza neden oluyor. Bu gecikmeler nedeniyle 3 günlük programda bir çok ziyaret yerinden vazgeçilecekti.
ŞAM’I ŞERİFE MERHABA…
4.5 milyon nüfuslu Şam-ı Şerif’e giriyoruz. Şam tam bir metropol. Gerçekten büyük bir şehir. Şamlılar, “Şam’a gelen, suyunu içen mutlaka bir daha gelmek ister” diyorlar. Yani İstanbul için söylenenleri söylüyorlar.
Şam sokaklarını adımlamadan önce Seyyide Zeynep’i selamlıyoruz, yarım saatlik bir zamanımız var… Şii ağıt kültürünün ezgileri yüreklere işliyor. Okunan ağıtlara koro halinde eşlik ediliyor. Gözyaşlarını tutamıyor, Seyide Zeynep’in yürek parçalayan hikayeleriyle büyüyen insanlar. Farsça beyitler arasında “Kerbela, Kerbela nasıl kıydın o cana” daha tanıdık geliyor bize…
Ağlamaktan yüzleri şişmiş insanlar, göz pınarları kurumuş erkekler, kadınlar ateşin etrafındaki pervane misali kendilerini kaybetmişler sanki.
Bir anda Ali ve Zeynep sevgisi kendisine müthiş mektuplar yazdıran şehid Ali Şeraiti’ye yakınlık hissediyoruz. Londra’da Savak ajanlarınca şehid edilen mübarek insanın vasiyeti gereği “Ey sevgili ve güçlü bacımız” dediği insanın yanına gömüldüğünü hatırlıyoruz. Mütevazi bir mezardı hayalimdeki. Yanımda Dr. Mustafa Güçlü ağabeye “Abi bulalım mı Şeriati’nin mezarını diyorum” “Bulalım” diyor ve İbrahim Erol Kozak Hoca ve Veli Tekelioğlu bey ile birlikte bizim kuşağın yetişmesinde büyük katkıları olan Şehid Ali Şeriati’nin kabrini buluyoruz, sora sora… Kabristanın bir köşesinde mütevazı bir oda… İçinde fotoğrafları… Her tarafına şehadet sinmiş…
“Ey Kerbela’dan gelerek şehitlerin mesajını, tüm cellat ve canilerin baskılarına rağmen tarihin kulağına ulaştıran!
Ey sevgili ve güçlü bacımız!
Ey kardeşinin emin ulağı! Kerbela’dan gelerek tarih süresince tüm nesillere şehidlerin mesajını ulaştıransın! Sen şehidliğin kıpkırmızı bahçelerinde yeni açılmış güllerin kokusunu can ve elbisesinde taşıyansın.
Ey Ali’nin kızı!Ey esirler kervanının komutanı! Bizi de bu kafilenin izinde kendine ulaştır!” niyazında bulunmuştu ya o, çok sevdiği Zeyneb’in yanına komşu olmuş işte…
Seyyide Zeyneb’in büyüleyici bir atmosferi var. Kendinizi kısa bir zaman içinde buradan çekip almanız hiç kolay değil… Kerbela bütün canlılığıyla buraya taşınmış gibi… Ağıtlar bitmek bilmiyor…
Sünnilerin gördükleri manzara karşısında “bid’at” diye burun kıvırmaları ne kadar kolay… Ancak bu insanların ehli beyt hikayeleriyle, Kerbela acısını yüreklerinde hissederek büyüdüklerini ve hamurlarının şehadet bilinciyle yoğrulduğunu düşününce, gözyaşlarına, ağıtlarına hak vermemek mümkün değil…
Fatumat’üs-Süğra, Ümmü Sükeyne, Cafer-i Tayyar lakabıyla meşhur Cafer ibni Ebi Talip, Hz. Peygamberin müezzini Bilal-i Habeşi, Zeynel Abidin, Hz. Hasan’ın kızı Seyyide Meymune, türbe yapılı makamlarıyla peygamber hanımları Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe. Kabirleri Cennet’ül-Baki kabristanında… Adlarına hürmeten makamlar inşa etmişler burada… Kerbela şehitlerinin makamları mekanla bütünleşmiş… 16 kesik baş anısına 16 yeşil örtü…
Bir başka yerde tarihçi İbni Asakir… Ve adını sayamadığımız nice büyük zatın mütevazı mezarlarından geçerken birer fatiha gönderiyoruz…
1554'de Kanuni'nin Mimar Sinan'a yaptırttığı Süleymaniye Külliyesi bir başka dünyaya götürüyoruz bizi… Hacca gidenlerin yararlanması amacıyla yapılan külliyede iki minareli Cami, imaret, tekke ve çarşı bulunuyor. Süleymaniye Külliyesi içinde iyi korunan bir bölümde Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahı Sultan Vahidüddin Han’ın mezarı bulunuyor. San Remo'da vefat edip “beni vatan toprağına gömün” vasiyetiyle Şam'a getirilen büyük sultanın kabri başındayız. 15 Mayıs 1926'da 67 yaşındayken İtalya'da ölen padişah Şam'a getirilip, Osmanlı hanedanının diğer üyelerin de bulunduğu Süleymaniye Külliyesi içine gömülüyor. Bu bölümün kapısı sürekli kilitli tutuluyor. Ancak Türkiye’den ziyaretçiler geldiğinde kilit açılıyor, sonra tekrar kapatılıyor. Sultan, buradaki en sade kabirlerden birinde yatıyor. Saraydan Sürgüne adlı kitabın yazarı Kenize Murad'ın anneannesi (V. Murad'ın kızı) Hatice Sultan'ın mezarı da burada yer alıyor.
Zaman hızla akarken rehberimiz, Kasyun dağına akşam çıkmanın trafik nedeniyle zahmetli olacağı gerekçesiyle gündüz çıkmamızı tavsiye ediyor. Böyle tavsiyelere zaten kimsenin itirazı olmuyor.
Kasyun Dağı’ndan Şam manzarası, İstanbul’un Büyük Çamlıca tepesinden boğazın güzelliğini ve tarih şehrinin bütün ihtişamını seyretmek gibi. Ha İstanbul ha Şam…
Sanki Boğaz Köprüsü İstanbul’u ve Şam’ı birleştiriyor. Şam’ı, İstanbul gibi ikiye ayıran bir nehir yok sadece. Coğrafi farkı bu. Değilse tepelere doğru daralan sokakları, çarşılarındaki buhur kokusu, caddelerindeki insan denizi neredeyse birbirinin aynısı… Daha Şam’a girerken, İstanbul’un bir semtinden bir şeyler görüyorsunuz burada… Kasyun dağından Şam’ı izlerken de öyle oldu. Şurası Eyüp, Sultanahmet, şu meydan Hezarfen Ahmet Çelebi’nin kanatlandığı yer… Şarkılara şiirlere konu olduğu kadar var… Kimbilir gündüz vakti böyleyse gece nasıldır…
Kasyun dağından iniyoruz, grubumuz Muhyiddin İbni Arabi’nin kabrine giderken eşim Cemile Hanım’la bir türlü fırsat bulamadığımız Şam’ın arka sokaklarını gezmeye çıkıyoruz. Mahremiyet en önemli unsur Şam’da. Elinize fotoğraf makinesini alıp sokaklardan rastgele fotoğraflar çekemiyorsunuz. Balkonlara bırakın hanımları, erkekler bile çıkmıyor. Pencereler sımsıkı kapalı. Aralanan perdelerden, çocuklar meraklı bakışlarla etrafı izliyor. Başta Türkiye’de olduğu gibi İslam ülkelerinin diğer başkentlerinde gördüğümüz açık giyimli kadınlar göze çarpmıyor Şam’da… İlginçtir, tesettür modası (!) da henüz buralara uğramamış. Şam, modern alışveriş merkezlerine, çarşılarına, yükselen binalarına rağmen, İslam dünyasında sadeliğini, nezaketini ve nezafetini koruyan şehirlerden biri… Halep de Humus da Hama da öyle…

Mithat Paşa Caddesi’ni takip ederek Hamidiye Çarşısı'na geliyoruz. Abdülhamit'in iktidar yıllarının Şam’a bir armağanı. Çarşı uzun yıllar ticari önemini korumuş olsa da, Hafız Esed yönetiminin ilgisini çekememiş. Esnaf 'burası eskiden mezbelelikti, Beşşar Esed neredeyse çarşımızı yeniden yaptı' diyor. Daha dün Saraybosna'da, Mostar'da Osmanlı izlerinin top atışlarıyla silindiğini hatırlarsak, Hamidiye Çarşısı'nın 1900'lerin başından beri aynı adla kalması bile önemli…
ŞEHİR DIŞINDA LOKANTALAR, ŞAM'DA YENİ TREND
Şam'ın içinde yemek yenecek keyifli yerler var. Ama son zamanlarda en güzel sayfiye yeri sehir dışında bulunan, 2-3 hatta 5 bin kişinin aynı anda yemek yiyebileceği büyüklükteki lokantalar. Bu lokantaların eşi benzeri Konya’da yok. Girişten itibaren yüzlerce metre kare açık alanda yüzlerce masayla sizi karşılıyor. Her yemek yenilen yerin ayrı bir teması var. Kiminin ortasından sular akıyor. Bizdeki en büyük açık mekanların on katı büyüklükte neredeyse…
Nehir kenarındaymışcasına masalara oturuyorsunuz. Yemekler de gerçekten lezzetli. Çocuklar için de buralarda oyun salonları, karting pistleri bile var. Yani yok yok. Yemekleri, servisi de gayet iyi. Fiyatları da, kişi başına maksimum 10 dolarmış. Bu fiyatın içinde, tıka basa her türlü meze, yemek, tatlı dahil. Yalnız buralarda içki bulunmuyor. Özellikle yaz akşamları dolup taşıyormuş bu lokantalar… İlk gün “El-Karye”de ikinci gün de “Bevvabe Dımaşk”ta benzer yemekler yiyoruz. Bizdeki karışık ızgara ana yemek. Soğan ve maydonozla yapılan salata, Humus vazgeçilmez mezeleri… Maydonoz salatası Konyalı hanımların dikkatini çekmiş olacak ki, tarifini alıyorlar şeften… Yemeğin ardından gelen meyvelerden üzüm, bizdekilerden çok farklı. İri taneli, şeftalimsi üzüm tanelerini yemeye doyum olmuyor…
Yemek sanki dinlenme zamanı… Günün yorgunluğunu hem dışarıda yemek yiyerek, hem de açık havada nargile keyfini çıkararak geçirmek isteyen Suriyeliler için vazgeçilmez mekanlar, bu lokantalar… Arap kadınların da eşlerine eşlik etmeleri dikkatimizden kaçmıyor, nargile çekerken…
Ebla Şam Palas, ilk gecelediğimiz otel… 5 yıldızlı bir otelde kahvaltının ardından belirlenen saati yine 30 dakika geçe otobüsümüz hareket ediyor. Şam’da bir gün daha kalacağız ve geceyi Hama’da geçireceğiz. Bu program değişikliğiyle seviniyoruz. Şam sokaklarında biraz daha kalabilmek için Malule’ye gitmekten vazgeçiyoruz ama Busra sabahki ilk durağımız olacak…
Ürdün sınırına 30 kilometre mesafede Busra… Son yılların moda deyimiyle inanç turizminin çok önemli mekanlardan biri. Hz. Peygamber’in 12 yaşlarındayken amcası Ebu Talip’in himayesinde ticaret kervanı ile geldiği ve rahip Bahira’nın kendisini görüp Peygamber olduğunu anladığı belde burası. Hikaye, kitaplarda anlatılır. Ancak bu rivayetin doğru olmadığını söyleyen tarihçiler de var…
Büyük bir heyecanla oraya doğru koşuyoruz. İlk kez Peygamberimizin varlığıyla şereflendirdiği bir mekanı göreceğiz. Kitaplardan okuduğumuz bu hadisenin cereyan ettiği yerlere vasıl oluyoruz. Efes’i aratmayacak mahiyette bir antik şehir Busra… Roma döneminden kalan şehir kalıntılarına bakıldığında şehrin bir zamanlar Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden olduğu hemen anlaşılıyor. Büyük Constantinus zamanında (306-337) önce piskoposluk merkezi haline getirilen Busra, daha sonra Antakya patrikliğine bağlanarak Arabistan başpiskoposluğunun merkezi olmuş. Keşfedilmemiş bu güzel şehirde hemen Hz. Peygamber’in konakladığı mekana ulaşıyoruz. Buraya bir mescid yapılmış ve mescide Merkeb’un Neka (Devenin Çöktüğü Yer) adı verilmiş. Rahip Bahira’nın manastırı da tıpkı kitaplarda anlatıldığı gibi bu yerin hemen yakınında sapasağlam ayakta duruyor.
Busra’a birkaç saat konakladıktan sonra otobüsümüzün hareket vakti geliyor. İbrahim Erol Kozak hoca yok… Dakikalar geçiyor gelmiyor bir türlü… “Kendi imkanlarıyla gelsin” kararı verilerek otobüsümüz hareket ediyor. Arkadaşlarının itirazı üzerine otobüs geri dönüyor. Hoca, gruptan ayrılmanın cezasını, Şam’a dönünce Hamidiye Çarşısı’nda herkese dut suyu ikram ederek çekiyor…
EMEVİ CAMİİ’NDE KORO İLE EZAN
Sultan Abdulhamid Han’ın Şam’a armağanı olan Hamidiye Çarşısı’ndan geçip Emevi Camii’ne ulaşıyoruz… Şam Kalesi'nin yanında şehrin merkezinde yükselen Emevi Camii, İslâm dünyasının ayakta kalabilen en eski mabedlerinden biri olma özelliği taşıyor. 709-715 yılları arasında Halife I. Velid tarafından inşa edilen Emevi Camii mimari özellikleri, süslemelerindeki ihtişam ve sahip olduğu manevî değerleriyle bütün İslâm dünyasında ayrı bir yere sahip. Avluda bulunan 8 sütun üzerinde yükselen hazine kubbesi kamu hazinesini korumak amacıyla, Abbasîler döneminde yaptırılmış. Batıdaki minare ötekilerden daha gösterişli. Doğudaki burç üzerinde yükselen minare Ak Minare(İsa Minaresi) olarak biliniyor.
Mihrab-ı Kebir doğrultusunda Halife Velid döneminde bulunan Hz. Yahya'nın mezarı üzerinde yaptırılan türbe yer alıyor. Namaz vakitleri 4 imam birden ezan okuyor.
Caminin ilginç konukları olmuş zamanında. Mesela İmam Gazali 11 yıl camide inziva hayatı yaşamış. Meşhur eseri İhya-u Ulumiddin’i burada yazmış. 1911 yılında ise, Bediüzzaman Said Nursi buraya gelerek Camide hutbe okumuş…
Hz. Hüseyin’in Kerbela’dan getirilen kesik başı da yine bu cami bünyesinde rivayete göre. Temsili bir de türbe var… Emevi Camiinin diğer bir köşesinde Selahaddin Eyyubi Türbesi bulunuyor. Türbenin yanı başında ise 1914 yılında Filistin’de uçakları düşen ilk hava şehitleri Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey'in mezarları büyük komutana komşu olmuş… Selahattin Eyyubi’nin hemen yakınında ise Sultan Baybars ile Nureddin Zengi’nin türbeleri bulunuyor.
HİCAZ TREN GARI OSMANLI RUHUNU YAŞATIYOR
Hicaz Demiryolu, Osmanlı'nın Ortadoğu'da başlayan İngiliz ve Fransız ilgisine karşılık İslam topraklarını bir arada tutabilmenin bir aracı olarak gördüğü önemli bir projeydi. Demiryolunun inşasına 1 Eylül 1900 tarihinde Şam'da düzenlenen resmi bir törenle başlandı. 1905'e gelindiğinde ise demiryolu Hayfa'ya kadar ulaştı. Artık Şam ve Medine arasında haftada üç gün seferler düzenleniyor, özellikle hac döneminde tren dolup taşıyordu. Eskiden 40 gün süren yolculuk Hicaz hattı sayesinde dört güne düşmüştü.
Çok özenli taş işçiliği ile süslenen ön cephe, Şam'dan Ortadoğu'nun hemen her yerine uzanan demiryoluna adımını Suriye'nin başkentinden atacaklar için yeni bir ufuk açacaktı. Tavanındaki mükemmel ahşap işlemeleri ile trene binip uzun yolculuklar yapanların hafızasında bir hayal gibiydi Şam istasyonu… Bugün bir kitapçı dükkanı olarak Hicaz Tren İstasyonu yalnızlığını yaşıyor. Haydarpaşa’daki inenlerin, binenlerin, yetişme telaşında olanların, Konya İstasyonu’nda sevgilisini uğurlayanların heyecanı yok burada… İstasyonun ikinci katına çıkan grubumuzun gözlerini, tavandaki ahşap işlemeciliği kamaştırıyor. Sultan Abdülhamid Han’ın büyüklüğüne bir kez daha şahit oluyoruz. Toplu bir fotoğraf karesini de buradan alıyoruz anılarımıza… Hem Tayyip Erdoğan’a hem de Beşşar Esed’e düşen büyük sorumluluk, Abdülhamid’in bu projesi için başı çekip projeyi yeniden hayata geçirmek… Bakın işte istasyonlar ayakta dünkü gibi… Raylarla şehirleri yeniden bağlamak, İstanbul’u Medine’ye kavuşturmak hiç de zor değil…
ŞAM’A VEDA, HAMA’YA MERHABA
Şam bizi kendine bağladıkça bağlamış. Ona gelen bir daha döner mi diye düşünüyoruz. “Acaba bir daha görüşür müyüz” diye düşünerek hatta niyaz ederek Şam’dan çıkıyoruz. Gözlerimiz kapanıyor Şam yorgunluğundan…
Hama’nın 5 yıldızlı tek oteli olan Efahime Şam Palas’ta gözlerimizi açıyoruz. Odaya çıkıp pencerenin perdesini araladığımda değirmenlerden birini görüyorum. Sabah kahvaltıya uyanamayıp alelacele dışarı çıkıyoruz. Değirmenleri ile ünlü şehirden değirmenlerini ziyaret edip ayrılıyoruz. Şehirde tam 19 adet büyüklü küçüklü değirmen bulunuyormuş. Şehrin tam ortasından Asi Nehri geçiyor. Eski Hama da bu nehrin arka kısmında yer alıyor.
Bilenler bilir; Hama, Suriye’de İslami hareketin en güçlü olduğu şehirlerden biridir. Bu özelliği dolayısıyla Hama, 1982 yılında büyük bir katliama şahit oldu. Hafız Esed’in kardeşi ve zamanın genelkurmay başkanı Rıfat Esed, 2 Şubat 1982’de bir gece vakti Hama’ya havadan ve karadan saldırı düzenledi. Saldırıya katılmak istemeyen askerlerin çoğu anında idam edildi. Bazıları da Müslümanlar tarafına geçti. Birkaç gün devam eden Hama katliamında yaklaşık 50 bin Müslüman şehit oldu. Şehir adeta bir harabeye döndü.
Söylediklerine göre bugün Hama’da bu olaydan hiç kimse bahsetmek istemiyormuş.
Şehrin üzerinde sanki o hüzünlü havayı hissediyorsunuz. Şehir, Şam ve Halep’e göre daha bir sessiz… 2 Şubat 1982’yi unutmaya çalışsalar da insanlar, şiirler hep hatırlatacak bize: “O sabah ezan sesi gelmedi camimizden/Korktum bütün insanlar bütün insanlık adına” (C. Zarioğlu’nun Hama/Sımsıcak şiiri)
Selçuklu Belediyesi ile kardeş şehir olduğunu bildiğimiz Hama ile kardeşliğimizin birer nişanesini bulacağız belki de şehri geçerken, ama yol uzun programda Halep var.
Halep’e doğru yola koyulduk. Bu güzergahta en önemli mekan Halife Ömer bin Abdulaziz ve eşinin kabirlerinin bulunduğu türbe ve cami… Firma sorumlusu Mehmet bey, ziyaretin zaman alacağını söylerken bir oylama fikri ortaya atıyor ve grubun çoğu ziyaret etmeyelim yönünde oy kullanıyor. Oysa Halep’in çarşılarında geçirilecek zamandan birkaç saat çalmış olacaktık ve büyük Halife’yi de selamlayacaktık ama vuslat başka bahara imiş…
İŞTE ORASI HALEP…
Taştan yapılmış asırlık devâsâ binalarının Haleb’in eğri büğrü sokaklarında kaç asırdır gece gündüz neler söyleştiklerini kim bilebilirdi bizden.. Açık duran ceviz renkli pencereden bir ney sesi geldi gelecek derken, bir çift siyah gözün bir peçenin ardında gizlendiğini hangimiz düşündü? İşte orası Halep’tir. Taş işlemeciliğinin en güzel örneklerinin yer aldığı bir şehir Halep. İki üç katlı taş binalar, şehir mimarisine farklı bir estetik kazandırmış.
Kale ise Halep’in en önemli sembolü. Şehirden 50 metre yükseklikte olan kale, etrafında derin hendekler olan güvenli bir sığınak. Nitekim çokları kaleyi fethetmeye çalışmış da muvaffak olamamış. Kalenin yüksek surları ve su dolu hendekleri arasında can veren en önemli şahsiyetlerden biri Kutalmışoğlu Süleyman Şah imiş. Süleyman Şah’ın türbesi Halep kalesinin arka burcunun tam karşısında Seyyid Nesimî’nin türbesiyle aynı mekanda bulunuyor. Yıllara rağmen kale sapasağlam ayakta duruyor. Kalenin içi de adeta bir şehir gibi. Bir şehirde olması gereken her şey var: cami, hamam, medrese vs..
Halep kalesinden sonra en önemli yapılardan biri olan ve rivayete göre içinde Hz. Zekeriyya’nın (as) türbesinin bulunduğu Umeyye Camiine gidiyoruz. Şam’daki büyük ve ünlü Emevi Camii’ne benzeyen bu cami şehrin kalbinin attığı yerlerden biri. Şehrin diğer önemli mekanı ise Halep Kapalı Çarşısı. Ortadoğu’daki en uzun çarşı olduğu söylenen ve uzunluğu 10 km’yi bulan bu çarşıda genel olarak turistik eşyalar ile baharat ve attariye ürünleri ve de çeyizlikler satılıyor.
Halep’te Kermiye Mescidi ve Bimarhane diğer ziyaret yerlerimiz oluyor…
Ayrılık vakti gelip çatıyor. Halep’te Şam’da olduğu kadar vakit geçirmediğimiz için ayrılık hissini Şam’daki kadar yaşayamıyoruz. Otobüsümüzün penceresinden ayrılık şarkıları mırıldanmaya bile vakit bulamıyoruz. Ahmet Köseoğlu daha Halep’ten çıkarken “Suriye intibaları için otobüsün erkeklerini mikrofona çağırıyor. Birkaç kelam ederken herkes, bir de bakmışız sınırdayız… Sınırdaki rutin işlemlerden sonra yeniden otobüse bindiğimizde ise göz kapaklarımız ağırlaşıyor, kendimizi uykuya bırakıyoruz.
Ve başladığımız yerdeyiz…
***
FATMA ÜNVER
İyi ki varsınız; ufuk insanları...
Suriye en uzun kara sınırına sahip olduğumuz güney komşumuz. Uzun yıllar Osmanlı şehri olmuş (1516-1918) coğrafi önemi olan sıcak bölge ülkesi, yaklaşık yirmialtı yıl Fransız mandasında kalmış. Mezapotamyanın bir parçası. 1946 yılından itibaren bağımsız bir ülke. Birinci Dünya savaşında güvenilir bölge olduğu için Ermenilerin gönderildiği diyar. Cilvegözü Sınır Kapısını geçince daha gümrükte bu ülkenin fakirliğinin ipuçları görülüyor.
Yeni bir gün daha doğuyor sabahın ilk saatleri… Humus… Peygamber Efendimizin hakkında “ne güzel kul” diye buyurduğu sahabe, ünlü komutan Halid Bin Velid’in yanındayız. Güzel bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Sanki içimdeki tarifsiz hasreti biraz olsun dindirecekmişim hissi var. Hasbihal edeceğim ölü sanılan dirilerle.
Yolculuğun ikinci durağı Şam… Diğer isimleriyle Damaskus, Dımaşk olarak anılıyor. Farklı bir şehir, farklılığını fark ettiriyor.
Hz. Ali'nin kızı, Hüseyin'in kardeşi Seyyide Zeynep’in türbesindeyiz, İranlılarca yoğun ziyaret akınına uğrayan bu ihtişamlı mekânda ağlayanları, ağıt yakanları ve onlara eşlik edenleri gözlemliyorum, saygı duyuyorum. Peygamberimizin torunu Hüseyin’i şehid eden zihniyeti daha iyi tahlil edebilseler. Bu zihniyet, ezelden ebede başka versiyonlarda farklı aktörler ve dublörlerle hep var oldu, olacak. Her zalimde Yezid, her mazlumda Hüseyin, Zeynep hatırlanacak. Hakikaten Yezid’i hiç merak eden var mı? Ya Çocuğunun ismini Yezid koyan? Anne-babalar çocuklarına, dedeler nineler torunlarına Zeynep, Hüseyin ismini verdiler, verecekler.
Ehli Beyt Mezarlığı olarak bilinen Babü’s-Sağir mezarlığında kimler yok ki… Müminlerin anneleri Peygamberimizin değerli zevceleri Hz. Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe’nin kabirleri ziyaret ediliyor. Hz. Bilal Habeşi görülmeden dönülür mü? O, mütevazı kabrine gelenlerin gönül kulağına ezan-ı Muhammedi okumayı sürdürüyor. İnsan tenini yakan, yaralayan kızgın kumlar, ağır taşlar, kayalar aklıma geliyor. Kürdü, Tatarı, Türkü, Lazı, Çerkezi, Almanı, Moğolu, Yakutu, hangi etnik kökten olursa olsun, siyahı, beyazı, esmeri teninin rengi ne olursa olsun, hangi dili kullanırsa kullansın, ekonomik gelir düzeyi ne olursa olsun üstünlüğün yalnızca takvada olduğunu hatırlatıyor. Burada İsmini sayamadığım diğer sahabelerle beraber kendimize de Fatihalar okuyorum diri olmak, diri kalmak, yaşayan ölü olmamak için..
İstikametimizi Osmanlının son döneminde Sultan Vahdettin Han tarafından yaptırılan Hicaz Demiryolu güzergâhında bulunan Şam Tren Garı’na çeviriyoruz. Muhteşem bir yapı, ecdadımız öteleri planlamış, planlarını uygulamış bizler bunların varlığından bile bihaberiz. Garın çaprazında Mevlevihane var, ziyaret edip bilgi alıyoruz. 1554 yılında Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Külliyesi ve bahçesinde metfun bulunan son Osmanlı Sultanı Vahdettin Han. Onun bir sözünü hatırlıyorum “tarih tekerrür etmez, hatalar tekerrür eder” ne doğru bir söz.
Peygamberimizin çocukluğunda ziyaret ettiği Busra antik şehri. Güzel bir şehir korumaya alınmamış. Yüzyıllar geçmesine rağmen ihtişamlı bir güzellik. Taş oymacılığının güzel örneği yüksek sütunlar arasındaki yolda yürürken grubumuzun güzide hanımefendilerine “hanımlar prensesler gibi yürüdüğünüzü hayal edin” diyorum. Bu arada Ali Fuat Baysal Beyefendinin değerli eşi Fatma Hanımla birlikte bir evin kapısını açarak selam veriyoruz. Selamın farklı coğrafyalarda aynı anlamı ifade ettiğinin esrarını yaşıyoruz. Sanki daha önce Konya’da taşra ilçe, belde ve köylerde yaptığım ziyaretlerden herhangi birini gerçekleştiriyorum. Yalnızca bir selamın büyüsü ile hemen kaynaşıveriyoruz. Sınırları devletler çiziyordu ancak sosyal ve kültürel sınırları tarih düzenliyordu.
Tarihi Halep çarşısından çıkıyoruz, siparişler Hilal Seyhan’a veriliyor. Huzeyme Koçak hanımefendi ile hengâmeden kurtulmak, beynimizi durultmak, atmosferi doyasıya yaşamak, tarihte yolculuk yapmak istiyoruz. Daha önce gezdiğimiz bütün ihtişamı ile Halep Kalesi’nin karşısında şirin çay bahçesinde çayımızı yudumluyoruz.
Hz. Yahya, Hz. Zekeriya’ya ilâhi aşk modu ile yakarışının karşılığı bir hediye. İki şehit peygamber ve baba-oğul. Biri Şam’da Ümeyye (Emevi) Camii’nde metfun diğerinin Halep’de makamı var. Alçalan değerlerde inanmanın onur ve izzetini korumak için haklıyken nasıl haktan vazgeçilirin, kurban olunurun iki örnek timsali.
Bilad-ı Şam’da adaletiyle, sosyal yaşantısı, yönetimi ile insanlığa örnek Ömer bin Abdülaziz, Selahaddin Eyyübü, Nurettin Zengi gibi değerli şahsiyetlerle tanıştık. Her ne kadar gören göze onlar ölü biz diri gibi görünsek de. Makam, mevki sahibi, hükmetme, belirleme gücünü elinde bulunduranların, servetinin şehveti ile yolunu şaşıranların, yüreklerini yitirmemeleri için, yürek cidarlarına kadar özümsetecekleri tarihteki bu mümtaz insanları örnek almaları ne güzel olur.
Gözlerini ufka dikmiş, öteleri gören ve hesabını ona göre yapan ufuk insanı birçoklarının uğruna hiçbir değer tanımadan makam, mevki, maddi varlıkları elde etmek amaç iken dünyalıklar onlar için sıradandır ve yalnızca araçtır. Çünkü onlar sahip olmak ile var olmak arasındaki ince çizgiyi netleştirmiştir. Bu düşünceyle başarılı olmuşlar, gönüllerde taht kurmuşlar, bugüne kadar anıla gelmişlerdir. Bugün bizlerin yaşayan ufuk insanlarına ihtiyacımız her zamankinden daha fazladır. Bunun da temeli insana yatırım yapmaktan geçmektedir.
Güzel insanlarla güzel başlayan güzel devam eden ve güzel biten bir gezi. Başta Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şube Başkanı sayın Ahmet Köseoğlu Beyefendiye, yolculuk süresince engin bilgisinden istifade ettiğimiz Aydınlar Ocağı Başkanı Dr. Mustafa Güçlü Beyefendiye, rehberliğimizi yapan Mehmet Bey’e, organizatör Cemile Biçer Hanımefendiye ve birlikte seyahat ettiğim güzel insanlara teşekkür ediyorum.

***
MUSTAFA KAYA
Şam Diyarına Yolculuk
26 Ekim Cuma günü akşama doğru “Türkiye Yazarlar Birliği” ile Suriye’ye gitmek üzere yola çıktık. Benim bu gruba katılmam Arapça öğretmenim Cemile Biçer vesilesi ile oldu. Ben ve beraberimdeki bir grup Arapça talebesi hem Suriye’yi görmek hem de Arapça pratik yapabilmek için geziye katılmıştık. Otobüsteki yolcuların birçoğunu tanımıyordum çünkü yerel gazeteleri çok fazla takip etme imkanım yoktu (otobüstekilerin birçoğu gazeteci ve yazardı). Fakat birçoğu ile gezi esnasında tanışma fırsatı buldum.
Gece geç saatte(yaklaşık 24:00) sınır kapısına varmıştık. Türkiye tarafında fazla kontrole tabii tutulmadan geçtik. Suriye tarafında da işimiz fazla sürmemişti. Sınırın diğer tarafına geçmiştik. Bir başka ülkede olduğumuz her şeyiyle belli oluyordu. Tabelalar Arap alfabesi ile yazılı idi(okumakta güçlük çekiyorduk) ve her yerde Beşşar Esad’ın posterleri vardı.
Suriye’deki ilk durağımız Humus şehrindeki “Seyfullah” lakaplı sahabe Halid bin. Velid(R.A)’in türbesiydi. Orada sabah namazını kıldıktan sonra yolumuza devam ettik. Şam’a doğru giderken sağlı sollu çam ağaçları vardı. Dikkatimi çeken şey ağaçların kimisinin rüku halinde kimisinin ise secde halinde oluşu idi. Nihayet meşhur Suriye’nin başkenti Şam’a ulaşmıştık. Şam’da gezilecek çok yer vardı. Birçok sahabe, alim ve velinin türbesi buradaydı. Ayrıca şehrin en büyük ve görkemli camisi olan Umeyye camii, Sultan II. Abdulhamid Han tarafından yaptırılan Hamidiye çarşısı, Hicaz tren istasyonu ve Süleymaniye Külliyesi burada bulunmaktaydı.
Şam’da ilk olarak Kerbela’da şehit olan Hz. Hüseyin efendimizin kızı Seyyide Zeynep(R.A)’ın türbesini ziyaret ettik. Orada Kerbela olayı aklımıza geldiği için çok üzülmüştük, fakat gördüğümüz olay bizi daha da üzdü. Oraya gelen bazı Müslümanlar (özellikle İranlılar) kerbela toprağından yapılmış küçük taşlara secde ediyorlardı. Müslümanların Kerbela’da şehit olanlara duydukları sevgi güzeldi ama bu yapılanlar ise tevhid inancını zedeleyecek türden hareketlerdi. Türbeden çıkışta, yanımda seyahat eden Bayındırlık Müdürlüğü’nden emekli olan Halil Çetin beyi kaybetmiştik. Beklememize rağmen otobüse gelmedi. Bunun üzerine grubun başkanı, kaybolan Halil beyi bırakıp devam etme kararı aldı. Ben de bu kararın doğru olmayacağını Halil beyi aramamız gerektiğini söyledim. Sonunda beni, Halil beyi aramam için oraya bırakıp devam etmeyi kararlaştırdılar. Ben de kabul ettim(yarım Arapçama güvenerek) koltuk arkadaşımı türbenin önünde buldum. Daha sonra bir taksi tutarak otelimize ulaştık. Bu olay bana müthiş bir güven vermişti. Belki çok basit bir işti ama bilmediğim bir memlekette ve yarım arapçamla ki(halkın konuştuğu dil bizim öğrendiğimiz Arapça’dan farklıydı) otelimize ulaşmıştık. Bu olay bana geziden kalan en tatlı hatıra oldu ve bana bir kardeş kazandırdı. Çünkü Halil bey beni kardeşi olarak ilan etti. Daha sonra Kerbela şehitlerini, Bilal Habeşi(r.a.) ve birçok önemli İslam şahsiyetlerinin türbelerini, makamlarını ve önemli bulduğum bir mekan olan son padişah Sultan Vahdettin’in mezarının da bulunduğu Süleymaniye Külliyesi’ni ziyaret ettik. Daha sonra Hama ve Halep’i gezerek Suriye gezisini tamamladık.
Gezi esnasında aklımda kalan benim için dikkat çekici olayları anlatarak bitirmek istiyorum.
İlk gece kaldığımız otelde mescit olmaması beni şaşırtmıştı ve aynı otelde Pakistan Milli Futbol Takımı da vardı. Irak Milli Takımı ile bir maç yapacaklarmış ve orada kamp halindelermiş. Ben de takım oyuncularından birkaçı ile tanışma fırsatı buldum. Birisinin adı da Ahmet Gül idi. Sayın Cumhurbaşkanımızı sordum tanımıyordu. Ben de soy isimleriniz benzeşiyor dedim. Yine beni çok mutlu eden bir başka olay, Halep’de çarşıyı gezerken benimle beraber gezen arkadaşlarla esnaf arasında bildiğim kadarıyla çeviri yapmaya çalışıyordum. Esnafın biri bana “Sen Arap mısın, Suriyeli misin” dedi. Ben de “hayır Türküm ve arkadaşlarla beraber Türkiye’den geliyorum” dedim. Bana verdiği cevap çok hoşuma gitti ve Arapça’ya olan ilgim daha da arttı. Satıcı bana şöyle demişti “Senin Arapçan gerçekten çok güzel maşallah”. Ben de satıcıya bu iltifatından ötürü çok teşekkür ettim ve oradan ayrıldık. O olaydan sonra kendi kendime dedim ki “İyi ki geldin Suriye’ye” . Ardından otobüsümüze bindiğimizde çarşıdan aldığım Arap tarzı cübbe ve entarimi giydim, sarığımı sardım (tam bir Arap olmuştum) ve yolcuların karşısına geçerek bir konuşma yaptım (Arapça olarak). Kendimi Suriye Başbakanı olarak tanıttım, Türkiye ve Türklerle ilgili iltifatlarda bulundum. Bu olay otobüstekilerin çok hoşuna gitmişti. Herhalde ne ben ne de diğer gezi arkadaşlarım bu olayı ömür boyu unutamaz, hep beni hatırlarlar. Bu yazıyı okuyanların da hiç şüphesiz ki orada olmayı istediklerini biliyorum. Eğer Allah nasip ederse bir kez daha gitmeyi isterim.
Daha yazılacak çok şey var ama hem siz okurken sıkılmayın hem de geri kalanını gidip bizzat orada yaşayın diye burada bitiriyorum. Arapça öğrenenler kendilerini denemek için mutlaka Suriye’ye gitsinler, hem yakın hem ekonomik. Oraya gittikleri zaman Şam’daki insanlara değil Halep’teki insanlara “Arapçam nasıl” diye sorsunlar çünkü Halep’tekiler fasih Arapça’ya yakın konuşuyorlar. Özellikle Halep’teki Kapalı Çarşı’ya gidip benim konuştuğum gibi iltifat eden bir satıcıyla karşılaşırlarsa onlar için ne mutlu. Bu dilekle sizleri Allaha emanet ediyorum. Allah gezimizi hayırlı kılsın inşallah.
Geziye katılanlar:
1-Ahmet Köseoğlu
2-Betül Köseoğlu
3-Gülnihal Köseoğlu
4-Hakkı Biçer
5-Cemile Biçer
6-M. Nuri Vural
7-İbrahim Erol Kozak
8-Dr. Mustafa Güçlü
9-Hüzeyme Yeşim Koçak
10-Mustafa Arslan
11-Nazife Arslan
12-Naci Bakırcı
13-Muhlise Bakırcı
14-Faruk Andaç
15-Mürvet Andaç
16-Mikdat Küçük
17-Nazife Küçük
18-Veli Tekelioğlu
19-Atiye Tekelioğlu
20- Hatice N. Tekelioğlu
21-Recep Candan
22-Ayşegül Candan
23-Rıza Avcu
24-Semra Avcu
25-Bekir Şahin
26-Ayşe Şahin
27-Oktay Sarı
28-Derya Sarı
29-Mehmet Kalkancı
30-Selma Kalkancı
31-Emine Acar
32-Ümmü Acar
33-Arif Toydemir
34-Kamile Toydemir
35-Ali Fuat Baysal
36-Fatma Baysal
37-Muammer Ulutürk
38-Fatma Ünver
39-Hilal Seyhan
40-H. Çetin Fidanboy
41-Nazım Kepir
42-A. Esat Sarı
43-Mustafa Kaya
44-Nagehan Yılmaz
45-Nevzat Harmankaya
46-Mustafa Kaya
47-Hatice Al
48-Ü. Gökçen Taşkın
49-Abdullah Gül
50-Necmi Yurttaş