2012’de kıyamet kopacak desem…(1)

yazar-64

 “Kıyamet” kelimesi, bize Arapça’dan geçen bir kelimedir. Bu geçiş, -Türklerin Müslüman olmasına sayısal olarak bir ad koymak gerekirse- 751 “Talas Savaş”ına mı dayanır yoksa ondan önce mi gerçekleşmiştir onu bilemem. Zaten bu durumlarda “geçmiştir/geçti” gibi ifadeler kullanmak ne kadar doğru olur onu da bilemem; zira dil konularında olaya değil de olguya yönelik ifadeler kullanmak daha yerinde olur kanaatindeyim. Dilin canlı bir varlık olduğu, bünyesindeki değişimi, dönüşümü, gelişimi belli bir süreci gerektirdiği düşüncesi de acizlerinin kanaatini destekler niteliktedir.

 

Tabi yazımızın başlığını görenler, dilimize geçen bu kelimeyi iki mecazi anlamında yani Gürültülü karışıklık, gürültü patırtı, manasında yahut: Büyük felaket, afet, manasında değil de ilk akla gelen şekliyle: Tek tanrılı dinlerin inanışına göre dünyanın sonu ve bütün ölülerin dirilerek mahşerde toplanacağı zaman, hesap günü, kıyamet günü, mahşer gün .(1) manasında algılamışlardır. Tabi diplomasiyle ilgilenenleri yahut hayattaki hadiselere toplumsal gerçekçi bir diyalektikle yaklaşanları, bu iddiamızdan uzak tutuyoruz.

 

Evet başlığı, kıyamet kelimesinin görünen manasından okuyup algılayanlar, algılarında isabet buyurdular. Konumuz tarihi birtakım verilere dayandırılarak ortaya atılan bir iddiayla alakalıdır. Ama konumuzun esasını teşkil eden verilere ve bu verilere isnat edilen düşünceler üzerindeki düşüncelerimizin beyanına gelmeden evvel konumuzun paralelinde, hülasatül hülasa şeklinde sosyolojik bir panorama çizmekte fayda mülahaza ediyorum.

 

Toplum olarak en belirgin özelliklerimizden biri de olağanüstü olaylara, kehanetlere olan düşkünlük derecesindeki merakımızdır. (HAŞİYE) Bu tamamen bu toplumu oluşturan fertlerin zihinlerini iştigal ettiği işlerle dahi olsun, bilgi ile doldurmamasından kaynaklanmaktadır. Meşguliyeti olmayan zihin ya kötülüğe yahut da lüzumsuz bilgiye açıktır. Bu gibi şeyler aslında her insanın dikkatini çeker ama; bu kehanet veyahut olağanüstü şeyler, kimileri için yalnızca kendinde bir heyecan uyandırmak, hayatın monotonluğunu kırmak için bir eğlence aracı veyahut bir dinlencelik iken; maalesef toplumumuzun bütünü için, gündemde yer işgal edecek derecede mühim(?) bir değer halini alıvermektedir. Ben bu kıyamet senaryoları ile uğraşanların durumunu da vereceğim örnekteki insanın durumuna benzetirim:

 

Bir insan düşünelim ki bütün hayatını boş şeylerle geçirmiş; kendisine verilen maddi ve manevi bütün nimetleri geri tepmiş. Bunları ahirette fayda verecek şeyler için kullanmadığı gibi iş, güç sahibi olup para kazanma, aile kurma, çocuk sahibi olma gibi sadece kendisi için fayda ve mutluluk sağlayacak şeyler için bile kullanmamış, sonra da “ölüm beni bugün yakalayacak, yarın yakalayacak” diyerek zaten kendine göre, bir adem(yokluk) veyahut bir azap yerine gidişin başlangıcı olan ölümün tarihini düşünmekle ömrün geri kalanını da heba etmeye aday bu kişinin durumu hakkında akıl ve insaf sahibi ne düşünüyorsa biz de onu düşünürsünüz elbet.

 

Ölüm herkes için haktır ve zamanı gelince olacaktır. Allah ölümü ömre gizlemiştir ki imtihanın sırrı bozulmasın. Zira ölümünün tarihini herkes bilseydi H.z. Ömer ve Ebu Cehil nasıl fark edilebilirdi ki? Evet ölüm nasıl haksa ve ölüm öldürülemiyorsa kıyamette er veya geç gerçekleşecektir. Bunu da Allah’tan başka kimse bilemez ve O izin vermedikçe de kimse bilemeyecektir.

Yukarıdaki örnekte kendi mevti hakkında insanın durumu ne kadar yanlışsa; toplumların dünyanın mevti hakkındaki bu vaziyeti de yanlıştır. Bizim için esas olan o vakte kadar hem üzerinde yaşanılan bu dünya için hem de müstakbel nesiller için neler bırakabilmektir. Çünkü bir şeyler bırakmak, fayda olan ilimle uğraşmak, kıyamet yarın kopacak dahi olsa –bunları mealen veriyorum- ağaç dikmek, o mensubu olduğumuz dinin muallimi, Hazret-i Sahipkıran’ın bize öğüdüdür. Ama O bize kıyametin tarihini gün ve saat olarak öğrenmeyi öğütlememiştir.



(1)http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Kelime=k%c4%b1yamet

(HAŞİYE) Dikkat edilirse inancımızdır demiyorum; merakımızdır diyorum. Zira olağanüstü hadiselere inanma, dinin sistematik şekilde iktiza ettirdiği mucize ve kerametlere olan inanmayı da içine aldığından inanan her insan kainatın sadece görünen objelerden ibaret olmadığının bilincindedir. Şahsım adına diyebilirim ki Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere, Hadislerin ve ulemanın – yine Kur’an ve Hadislere dayanarak- bildirdiği şeylere gözümün gördükleri kadar inanırım. Bunu da eğer iktiza ederse farklı bir makalede sizlere tafsilatıyla da açıklarım, değil ki inan ve inandığı gibi yaşayan herkes inandığı ve yaşadığından dolayı kimseye hesap vermek mecburiyetinde de değildir, zaten. Bu sözlerime kılık ve kıyafet meselesi de dahildir. Ben sadece inandığım şeyleri “anlat” emrine uymanın bir gereği olarak “mukteza-yı hal” uygun düşerse anlatmaya çalışırım ama; bu yazımızın konusu bu değildir.

        

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.