300 Metrelik Bir Tarih Hikayesi

Mustafa Yiğit

Yazılarımızda sık sık “sinema sadece sinema değildir” vurgusu yapıyoruz.  Sinema sadece şov dünyasından ibaret, yıldızların boy gösterdiği beyaz perde değildir derken onun arka planını, ideolojik boyutunu göz ardı etmememiz gerektiğini söylüyoruz. Bu nedenledir ki, sinemanın bize sunduğu sahnelerin görsel hafızamızdaki yerinden daha ziyade  verdiği mesajlar ve bu mesajlarla insan belleğinde oluşturduğu algılar daha da önem kazanır tespitlerini yapıyoruz. Çünkü gerçekten filmler,  toplumsal hafızanın, tarihsel yaşanmışlıkların söylemlerini şifreleyerek sinemasal anlatılar biçiminde belleklerimize aktararak toplumsal gerçekliği inşa eden, yeniden üreten, canlı tutan içtimai  belleğin oluşmasında etkin olan kültürel temsiller sisteminin bütünlüğü içinde önemli bir işlev görürler. Sinemanın bu işlevinin siyaset yapıcılar tarafından keşfedilmesi/kullanılmaya başlaması ise  bugünkü manada  propaganda sanatının önemli bir boyutunu oluşturur.

Bütün bu kadar laf kalabalığını niye ettiğimi  merak ediyorsunuzdur muhakkak. Geçtiğimiz günlerde İttihatçılarla ilgili bir çalışma yaparken,  asker olmasına rağmen sinemanın bu propaganda özelliğini en  iyi görenlerden birinin bugünlerde çok tartışılan bir ismin olduğunu söylemek isterim. Bu kişi   bundan 104 yıl önce  Türk Orduları Başkumandanlığı yapan  Enver Paşa’dan başkası değildi.  Enver Paşa’nın  İttihat Terakki’yi bir propaganda makinesi şeklinde çalışlaştırmayı nasıl başardığını,  siyasal iktidarı nasıl ele geçirebildiğini  ve dönemin en güçlü yönetimlerinden birini nasıl gerçekleştirebildiğini de bu pasajı okurken daha iyi kavradım.  Sinema nasıl sadece sinema değilse Enver Paşa da sadece bir Paşa değil, aynı zamanda iyi bir siyasal propagandanın nasıl yapılacağını bilen bir propagandist.

Enver Paşa Almanya’da bulunduğu sırada Alman Ordu Film Dairesinde sinema koltuğuna oturduğunda belki de hayatında  ilk sinema filmini  izlediğinde  sinemanın Osmanlının son dönemdeki ricatlarını zafere dönüştürecek propaganda araçlarından biri  olabileceğini görmüş, Cumhuriyetin alt yapısını hazırlayan  pek çok modernleşme hareketinin öncüsü olduğu  gibi Türk ordusunun modernizasyonun yanı sıra  sinemanın toplumlar üzerindeki işlevini, bugünkü tabirle söylersek toplumsal algının oluşmasında ne denli önemli olduğunu keşfederek ilk icraat olarak Türkiye’de Ordu Film Dairesini kurmuştur.

Bu Film Dairesinde  ilk dönemlerde  pek çok belge niteliğinde film çekilir.  Çekilen filmlerin  belgesel niteliğinden  de  anlaşılacağı üzere, bu filmler bireysel aşk acılarının yaşandığı Valantino’lu, Clark Gable’li aşklı meşkli melodram  filmleri değildir. Ordu Film Dairesinde o günlerde çekilen  söz konusu  filmlerde de  bir melodram vardır ancak bu filmler büyük  bir imparatorluğun çöküşüne şahitlik eden olayların ele alındığı belgesel melodramlardır. 

Evet, Türk sinemasında ilk “motor” sesi  ne zaman duyuldu diye merak edip tarihe dönüp baktığımızda karşımıza Osmanlı Devletinin yaşadığı travmatik tarihsel  olaylardan biri çıkar. 1914’te Osmanlı imparatorluğunun İtilâf Devletlerine karşı İttifak Devletleri safında savaşa katılmasıyla, yapılan ilk işlerden biri Yeşilköy (eski adıyla Aya Stefanos)'de dikili bir anıtın bombalanması olmuştur.  Bu anıt 1877’de sonuçlanan Türk-Rus Savaşı'nı izleyerek aynı yerde kötü şartlarla imzalanan bu anlaşmanın anısını sembolize etmektedir. İşte ilk film de   14 Kasım 1914 günü “Aya Stefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı”  adıyla  çekilen ve günümüze maalesef ulaşmayan 300 metrelik  belge filmidir.

 11 Kasım 1914 tarihinde Osmanlı'nın Rusya ve müttefiklerine savaş ilan etmesini takiben iktidardaki İttihat ve Terakki Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın deyimiyle "harbi popüler hale getirmek" amacıyla propagandaya girişilmiştir.  Basındaki propagandanın yanı sıra bunun bir parçası olarak 14 Kasım 1914'te Britanya, Fransa ve Rusya'ya cihat ilan edilmiş; İstanbul sokaklarında Fransız, İngiliz ve Ruslara ait yerler yağmalanarak harap edilmiş, Rusların 93 Harbi'ndeki üstünlüğünün simgesi olan Ayastefanos Rus Abidesi de tahrip edilen yapılardan olmuştur. Gazeteler, yıkımı izleyenlerin hatıratları ve resmî kaynaklar arasında abidenin yıkım aşamasına dair farklı anlatımlar olmakla beraber yıkımın nihai olarak 27. Süvari Alayı tarafından çan kulesinin dinamitlenerek gerçekleştirildiği konusunda kaynaklar hemfikirdir. Abidenin kaidesi dahil tüm kompleksin yıkılması ise üç ay kadar sürmüştür. İşte film de bu yıkılışın öyküsünü çekmiş ancak günümüze kadar ulaşamamıştır.

Enver Paşa ve çoğu Balkan kökenli olan İttihatçı kadroları düşününce bu olay aslında daha da önem kazanıyor ve propagandanın gücünü etkisini daha da artırıyor. Çünkü Balkanlar Osmanlı için gerçekten çok önemliydi. Osmanlı Anadolu’da hakimiyet sağlamadan önce Balkanlarda sağlamış, Balkanlar Osmanlının en eski toprakları olduğu için buraya hep başka bir gözle bakılmıştı. Bu anlamda  Ayestefenos Antlaşması gerçekten Osmanlı için büyük bir hayal kırıklığı ve kırılmayı beraberinde getirmiştir. Osmanlı nüfusunun en yoğun şekilde yaşadığı Balkanların büyük ölçüde elden çıkmasının meşhur Balkan bozgunlarının başlangıç simgelerinden biriydi bu anlaşma. Bugünkü gibi sosyal medya olmamasına rağmen muhtemelen bu onur kırıcı olayı hatırlatan anıtın yıkılması  kulaktan kulağa yayılmış ve milli bir gurur vesilesi haline gelmiştir.  O günkü gazeteleri bilmiyorum ancak yaklaşık iki yüzyıldır sürekli gerileyen, sürekli örselenen bir milletin onurunun böylesine kötü bir anlaşmayı temsil eden bu anıtın yıkılışıyla nasıl şaha kalktığını toplumun ruh halini yönetme konusunda İttihatçı kurmayların başarısını düşündüğümüzde bu 300 metrelik filmin hangi büyük  manalar taşıdığını da  anlayabiliriz. Hatta bu ilginç olayı okurken    hepinizin içinizden ben de o gün orada olsaydım diye iç geçirdiğinizi tahmin edebiliyorum.  Çünkü ben de bu bilgiye ulaştığımda aynı şeyi düşünmüştüm;  O anıt uçurulurken anıtın etrafında bu olayı izleyen Osmanlı imparatorluğunun vatandaşlarının gözlerinin içine  bakıp neler düşündüğünü görebilseydik.  Aradan 37 yıl geçmiş olan Ayestefonos anlaşmasından sonra bu anlaşmanın anısına dikilen  anıtın  bombayla infilak ettirilmesi hangi duyguları yaşatmıştı 14 Kasım 1914 günü Osmanlı vatandaşlarına? Bugün pek çok devlet tarafından gerçekleştirilen bu tür propagandaların ilk nüvesi olan bu olayın Birinci dünya savaşına girmemizde ne kadar etkisi olmuştu bu soruların cevabını belki bu filmde bulabilirdik değil mi?

 

Evet, Osmanlı Sinema Ordu Dairesince gerçekleşen bu belge filmini bugün izleyebilseydik,  sinemanın sadece sinema olmadığını,  İttihatçı kadroların  bu filmle  aynı zamanda tüm dünyaya çok önemli ve güçlü bir mesaj vermek istediklerini de görebilirdik diye düşünüyorum.  Koskoca bir imparatorluğun günden güne güç kaybetmesi, bu güç kaybetmenin milli hafızadaki negatif travmaları, kötü şartlarda yapılan anlaşmalar,  yaşanan yenilgiler ve bu yenilgilerin yaralarını son bir kez olsun sarabilme ümidi  birinci Dünya Savaşındaki İttihatçıların pozisyonunu en iyi açıklayan nedenlerdir.  İşte tüm toplumda beyinlere bir mıh  gibi yerleşen bu duygu,  300 metrelik sinema şeridiyle sanatsal olarak ifade edilirken, siyasal sonuçları 1. Dünya Savaşına Osmanlının girmesi olarak yansımıştır.

 

Milli hafızada unutulamayan bir olayın simgesi üzerinden bir okuma yapacak olursak    Birinci dünya savaşına giriş gerekçemizin yıllarca bize anlatıldığı gibi saçma sapan nedenlerle olmadığını tarihimizde yaşanan büyük travmaların, ve Osmanlı’nın o  muhteşem günlerine yedi iklimin  hükümranlığına  dönme arzusunun  mühim bir yansıması olduğunu  görebiliriz. O 300 metrelik film aynı zamanda bugünkü modern Türkiye’nin inşasının siyah beyaz izlerini taşıyor olduğunu farkedebiliriz. Enver ve arkadaşlarının Modern Türkiye’yi inşa ederken kullandıkları yöntemlerin dönemin hiç de gerisinde olmadığını,  imkansızlıklar içinde büyük bir imparatorluğun küllerinden doğması için gösterdikleri çabalarının alt okumalarını kronolojik tarihin dışında o abidenin yıkılışı etrafında gerçekleştirilen algı yönetimi gibi pek çok küçük ama sembolik bu tarz olaylarda bulabiliriz. Kim bilir geçmişte  tarihimizin akışını değiştirecek  bu travmanın anatomisi gibi buna benzer 300 metrelik kaç büyük olay sahnelendi, kimler bu tarz filmlerde aktör, figüran olarak yer aldı kim bilir?