Koca Mustafa Karaman’ın tek dişçisiydi. Herkesin kendisine mecbur olduğunu bilir, bunun tadını çıkarmaya özel dikkat gösterirdi. Hoş insandı. Şakacıydı. Çevresindekiler onun bu halini bilirlerdi ama ikinci halkadaki tanıdıkları onun ne zaman ciddi, ne zaman şaka yaptığını ayırmakta güçlük çekerlerdi.
Herkes eninde sonunda dişçiye muhtaçtı. Koca Dişçi rakipsizdi, ustasından öğrendiğini dikkatle uygular, müşteriyi memnun etmeye gayret ederdi. İtibarı yüksekti.
Müezzin Veli, en çok şakalaştığı dostuydu. Aralarındaki sempati alışverişi bazen o boyutlara gelirdi ki, yapılan şakanın bir lâtife, bir takılma olduğuna inanmak mümkün olmazdı. Fakat bunu yapan taraf karşılığını misliyle alacağını bilirdi.
* * *
Müezzin Veli, Koca Dişçi’nin lâcivertlerini giyeceği günü bekledi. Bir cumhuriyet bayramı günü, Koca Dişçi, alışılmış olduğu gibi lâcivert takımını giydi ve merasim saatini beklemeye başladı. Esnaf dostlarıyla ayaküstü sohbete daldı. Demokrat Parti’nin ortalığı kasıp-kavurduğu, herkesin “Demokrat” olduğu zamanlardı.
Müezzin Veli, kafasında, şeytanın bile kuramayacağı bir plan ile, Kasaphane’ye (şimdiki Belediye Çarşısının bulunduğu yerdeydi, harika bir yapıydı) koştu ve kasaplardan birinden yarım kilo ciğer aldı. Onları irice doğratıp yağlı kağıda sardırdı ve Koca Dişçi’nin ayaküstü sohbetine katıldı. O değilden, yaklaştı ve birkaç parça ciğeri şakalaşmalar sırasında dişçinin cebine koydu. Dişçi ve çevresindekilerin ruhu bile duymadı bu işi. Sonra bir bahaneyle o gruptan ayrıldı ve Attarlar içine girdi. Tartan’ların Kumpanyasının önünde biraz eğlendi, kendini gösterdi ve esnaflardan Koca Dişçi’nin yakın ahbabı olan birkaç kişiyi isimlerini söyleyerek Şentürk’lerin manifatura dükkânına çağırdı. Önemli bir şey söyleyecek insanların telâşesini takındı ve konuşmaya başladı:
- Siz, Koca Dişçi’nin sözde dostlarısınız değil mi? Yazıklar olsun size. Arkadaşınız ölüp-gidiyor, sizin haberiniz yok.
Müezzin Veli’nin halini bilenler meseleye kuşkuyla yanaştılar. Fakat Veli ciddiydi. Nerdeyse üzüntüsünden ağlayacak durumdaydı ve onları ikna etti. Söylediğine göre Koca Dişçi kafayı bozmuştu. Herkesin içinde çiğ et yiyordu. Çiğ ciğer yemeye müptelâydı. İşi öyle azıtmıştı ki, artık kimseye aldırmadan çiğ ciğeri cebine dolduruyor herkesin içinde yiyordu. Acele tedaviye ihtiyacı vardı.
Ona inandılar ve telâş ettiler, üzüldüler, hatta kahroldular.
Birer birer dükkândan çıkıp az ötede, cebindeki ciğerden habersiz, dostlarıyla sohbet eden Koca Dişçi’nin halkasına dahil oldular ve onu acıyarak kollamaya başladılar.
Bir ara söz durdu. Tam bu sırada, esnaf dostlardan biri söze girdi ve son derece samimi, candan, konuşmaya başladı:
- Bak hele Mustafa Ağa, insanlık hali, herkesin başına gelebilir. Sen saklasan da biz meseleyi biliyoruz. Fakat merak etme. Her derdin bir çaresi vardır. Elbet bunun da vardır. Biz, arkadaşlar kendi aramızda yardımlaşıp gerekirse Ankara-İstanbul demiyeceğiz ve senin çâreni arayacağız.
Koca Dişçi önce şaşırdı, anlayamadı:
- Ne diyorsunuz yahu? Kim hastaymış, ne çâresi, ne yardımlaşması, siz ne diyorsunuz, ben hiçbir şey anlayamadım?
Çevresindekiler onu anlayışla karşıladılar. Açıklamak istememesi normaldi. Fazla da üstelemediler. Fakat içlerinden fazlaca meraklı olan biri elini Koca Dişçi’nin cebine attı ve oradaki ciğer parçalarını bulup dışarı çıkardı:
- Hasta değilsin de, ne bunlar? diye sordu.
Dişçi bir komploya kurban gitmek üzere olduğunu anladı. Kan beynine sıçradı. Bunu kimin kurguladığını düşündü. Etrafına bakındı. Tam bu sırada şehir parkından, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, etrafa hınzır gülücükler atarak uzaklaşan sarı bir tilki gibi Müezzin Veli’nin uzaklaştığını gördü ve meseleyi kavradı.
- Eh ulan Veli, dedi. Bunu sana ödetmezsem bana da Bozkır’lı Koca Dişçi, demesinler. Alacağın olsun…
* * *
Bu konu Karaman’da aylarca meclisleri neşelendirdi. Koca Dişçi’nin saflığı destanlaştı. Çocukları bile dişçiye takılır oldu.Tevfik neyse ya, Rafet ve Rahmi küçüktüler.
Derken günü birinde talih, Koca Dişçi’ye bir fırsat sundu. Müezzin Veli, dişlerini yaptırmak üzere Koca Mustafa’nın atölyesini ziyaret etti. Problemini anlattı. Koca Dişçi onu gereğinden fazla bir ciddiyetle dinledi. Yaptığı muayeneden sonra kanaatini açıkladı:
- Veli ağa, senin ağzın hapı yutmuş, mezarlığa dönmüş. Bu dişlerin hepsini çekeceğiz ve sana tam damak yapacağız. Sen meseleyi bana havale edeceksin ve ötesine karışmayacaksın. Ben sana mükemmel bir “acılı damak” yapacağım.
Veli efendi çok sevindi.
- Aman Mustafa’m, sen bilin gayri, göster kendini.
- Sen hiç merak etme, hiç kimseye yapmadığım mükemmel bir protez yapacağım sana, hem de acılı damak olacak. Sen bu işi bana bırak, ben ne yapacağımı iyi biliyorum.
Takibeden günler Veli Efendi’nin dişleri teker teker, bazen günde üçü beşi birden, onun bağırtıları, ahları ofları ve küfürleri arasında çekildi. Ağzının kalıbı alındı ve ona randevu verildi. “Bir hafta sonra gel” denildi.
Bir hafat sonra dişsiz ağzıyla müezzin Veli, Koca Dişçi’nin kapısını çaldı.
Dişçi ona, gidip bir kilo beyaz leblebi alıp-gelmesini söyledi. Veli efendi şaştı ama gidip leblebiyi aldı ve geldi.
Dişçi ona şöyle dedi:
- Senin protez hazır. Hem bayağı da iyi oldu. Özen gösterdim. Yakın ahbabımsın, sana torpil yaptım. Ve sana mükemmel bir “acılı damak” hazırladım.
Dişçi ona, yeni protezlerin başlangıçta mutlaka ağzın bir yerini vurduğunu, yeni ayakkabıların ilk giyişte ayağı vurduğu gibi olduğunu, buna sabretmesi gerektiğini, ne pahasına olursa olsun protezi ağzından çıkarmaması gerektiğini anlattı. Bu bir kilo nohutu sabaha kadar birer ikişer çiğneyip, yemesinin lâzım geldiğini, böylece ertesi günü veya iki gün sonra uğramasını, varsa, bu damağın vuran yerlerini törpüleyeceğini söyledi. Ne olursa olsun vazgeçmemesinin kendi hayrına olacağını tenbih etti. Eğer vazgeçerse bir daha bu protezi ağzına koyamıyacağını, çekineceğini, korkacağını, oysa artık ağzında kendi dişlerinin de olmadığını anlattı.
Ve hazırladığı total protezi Veli’nin ağzına taktı. Veli kendini aynada seyretti. Dişsiz ağzına bir şekil geldiğini gördü. Sevindi, teşekkür etti ve sabaha kadar bu bir okka nohutu yiyeceğini söyleyip evinin yolunu tuttu.
* * *
Devrisi gün Koca Dişçi, kuşluğa yakın bir saatte evden çıktı ve atölyesine geldi. Kapıda Müezzin Veli, eli suratında, ağzı-yüzü kan içinde onu bekliyordu. Zor konuşuyordu. Dişçi sordu:
- Veli Ağa, nohutları yedin mi?
Veli, ağzının kıyısından sızan kanı mendiliyle önleyip konuşmaya çalıştı:
- Yahu, bu meret benim ağzımı perişat etti. Şuna bir bak.
Dişçi sakin:
- Veli Ağa, sana üstelik acılı damak yapmıştım, neden böyle oldu acaba?
Veli Efendi:
- Ben nerden bileyim? dedi.
Dişçi:
- Bilirsin Veli efendi, bilirsin dedi. Hani bir ciğer meselesi vardı ya? Bildin mi şimdi?
- Ülen Koca Mustafa, yaptın yapacağını, bana kabir azabı yaşattın. Anamdan doğalı ben böyle acı yaşamadım. Aman Allah, gök yere indi ve benim tepeme bindi. Allah cezanı versin. Al şunu düzelt.
Dişçi, kahkahalar atarak kanlı protezi aldı. Bir pense ile, damağa özel olarak yerleştirilmiş iğne uçlarını birer birer çekti, damağı temizledi ve tekrar Veli’nin ağzına taktı.
- Sana daha neler yapardım ama, ciğerim elvermedi ülen Veli, dedi, gülmekten nerdeyse kırılacaktı.
Veli sıkıntıyla:
- Ciğeri elvermemiş, diyerek söylendi. Köpekler yesin senin o ciğerini…
* * *
“Acılı Damak”, huysuz, vahşi atlar için yapılan özel bir gemin adıdır. Atın ağzının içinde kalan kısma bir sivri demir eklenir ve dizginler ile bu demir kontrol edilir. At, eğer huysuzluk eder, durmayacak veya sağa sola dönmeyecek olursa, dizgin geri çekilir ve gem hayvanın damağına batar, hayvanın kontrolü kolaylaşır.
İşte bu geme “acılı damak” veya “dişindirik” denilir ve meşhur lâftır.
Ama Müezzin Veli bu lâfın o zamana kadar neyi ifade ettiğini bilmiyordu. Öğrendi ve artık hiç unutmadı.