İnsanoğlu, bu dünyada ölmeyecekmiş gibi yaşar. Firavun’un ölüm üzerine bir planı yoktu… Nemrut’ta düşünmüyordu… Karun, malının kendisini ebedileştireceğini hayal etmişti… Ebu Cehil ve avenesi, saltanatına güvenmişti… Ebu Lehep, kazandığına ve yanındaki yararına o kadar güvenmişti ki Allah'a kafa tutmak onlar için çok basit bir işti… Ama bir gün hepsi ölümü tatlılar.
Ölüm, arkaya bakmadan gitmenin en bariz örneğidir. Oturduğumuz ev, ister saray olsun isterse bir kulübe… Yediğimiz yemekler, giydiğiniz kıyafetler, bağınız, bahçeniz, kullandığınız arabalarınız… İster siz arabalara binin, ister onlar gönlünüze binsin… Hiç fark etmez… Giderken dönüp arkaya bile bakma şansımız olmayacak…
Ölüm, kendi vaktinde gelecek… Bizim istediğimiz zamanda değil… Hiçbirimiz kendimizi ölüme hazır hissetmeyiz. İmar etmek için didindiğimiz dünya, biriktirmek için peşinden koştuğumuz mallar, gönlünü almak için bin bir takla attığımız dostlar hepsi geride kalacak ve biz sadece amellerimizle yol alacağız. … Üzerine titrediğimiz ve sabahlara kadar uykusuz kaldığımız çocuklar yerleştirecek bizi kabrin içine… Birkaç gün veya birkaç hafta ağlayacaklar… Birkaç ay üzüntü hissedecekler ama hayat devam edecek onlar için. Giden içinse yepyeni bir dünyada eski dünyanın hesapları ve cezaları onu bulacak. Yaptıklarımız ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımız, söylediklerimiz ve söylemekten çekildiklerimiz, söyleyemediklerimiz, söylermiş gibi yaptıklarımız, söylerken ok gibi batırdıklarımız… Hepsi ilmek ilmek dizilecek…
İnsanlar hep başkalarının ölümüne bakarlar ve ölüm hep onlar içindir. Bizim için pek değildir. Kendimize, yakınlarımıza ve sevdiklerimize pek yakıştıramayız. Çünkü daha vakti gelmemiştir!
Rivayet edilir ki Hz Nuh (AS) döneminde bir kadının 300 yaşlarındaki çocuğu ölmüş. Kadın ağlıyor; “gitti yavrucuğum, gitti dünyada gün yüzü görmeden… O daha bir çiçekti. Erkenden soldu…” sonra yanına birisi yaklaşır ve kadını teselli için şöyle der: “Sen şimdi 300 yaşında ölen çocuğun için ağlıyorsun. Üzülme. Zira bir zaman gelecek ve insanlar 60-70 yıl yaşayacaklar.” Bunun üzerine kadın hayretle başını kaldırır ve sorar: “ Sadece 60-70 yıl mı? Peki, bu kadar kısa ömürlerinde gölgesine saklanmak için iki tane taşı birbirine yaklaştırırlar ve onun gölgesiyle avunurlar mı? Dünya için daha çok şey yapacaklarını ve ona gönül vereceklerini sanmam ama bu kadarını yaparlar mı acaba?”
Hz Ömer (RA) Peygamber’den (AS) bir nasihat İster. Ona şu meşhur cevap verilir… “Sana nasihat olarak ölüm yeter!” Ölümden ibret alabilmek ne güzel bir haslet… Eskiler, mezarlıklarını köyün içine yaparmış. İnsanlar gelip geçerken baksın da ibret olsun diye… Tefekkür-ü mevt sadece bir adet olmamalı… Bir yünüyle de ibadettir. Şimdi mezarlık gören evlerin çok da makbul kabul sayılmadığını biliyorum. İnsanın içini karartıyor! Aman Allah'ım! Ölümün İnsanın içini karartması, ne acı bir şey değil mi? Ölümü düşünmeyen kişilerin içi ne kadar aktır ki… Ölüm ve ölüm sonrasını düşünmeyen, heva ve hevesini kendine ilah edinmiş insanlar için ne bedbaht bir durumdur bu düştüğü hal…
Geçen hafta sonu ilk kez kabrin içinde indim. Bu güne kadar sayamayacağım kadar cenazeye katılmıştım. Halamı bu ebedi âleme yerleştirmek için indim. Uzaktan bakmakla kendi ellerinizle yerleştirmek farklı bir duyguymuş. Yakınlarımızın eliyle kabre konulmadan önce orası için hazırlıklı olmak gerek. Birçoğumuz böylesi bir işi için bile kabrin içine girmek istemeyecektir. Onun için çok ürkütücü olabilir. Ama kabrin içine yerleştirilmemekten kurtuluş yok… Bu duyguyu mutlaka tadacağız. Ama o günkü hislerimizi bir daha paylaşma ve “Gerçekten de acıymış…” diye bildirme imkânımız olmayacak…
Hazır olmak gerek dostlar! Başka bir çare de yok