Ne çok bakmışız batıya. Ruhumuzun dinmeyen ağrısı boynumuzun batıya dönük olmasından mıdır? Nasıl da acılar içinde kıvranıyoruz oysa değil mi? Küçük çocukların yaramazlıklarını gizlemesi gibi gizlemeye çalışıyoruz acılarımızı.
Kimse hayatından memnun değil. Çok güzel olmak, çok para kazanmak, çok güzel bir işe sahip olmak yetmiyor. Sahte güzellikler tatmin etmiyor güzelliğe hasret ruhumuzu değil mi?
Hepimizin aklı eskilerde. Ne zaman bir anı demlense içimizde gözlerimizin içi parlayarak anlatıyoruz. Bağ bahçe işlerinde geçen bir hikâyeyi, ya da eski kalaylı bir tabaktan yediğimiz o kabuklu fasulyeyi… Sebzeleri ve meyveleri mevsiminde yemenin hazzını vermiyor her dakika her şeye sahip olmamız. Özlemek, sabretmek tüm bu duyguları yaşayamayışımızın etkisi midir acaba? Sahi ya özlemek diye bir şey vardı. Sabırla beklemek diye. Derin dondurucular yoktu o zamanlar. Her şeyin bir vakti olduğuna daha çok inanırdık ve inancımız sabrımızla birleşince güç alırdık. Tamam derin dondurucular ya da bilumum teknolojik ürünlerle hayatımız kolaylaştı kabul ediyorum ama sabrımız, bekleyişimiz kalmadı. Hayat kolaylaştıkça kıymeti kaçtı değerlerin.
***
Hepimizin aklı eskilerde.
Çocukken oynadığımız oyunlar diyoruz ve an be an hatırlıyoruz tüm sahnesini. Beynimizi bloke edecek radyasyon yaymıyordu toprak. Toprağı suyla karıp çamurdan tas, tabak yapmanın keyfini bilmiyor şimdi çocuklar. Çamura iyi gelen oyun arkadaşımızdı çamur.Şimdi ham maddemizin tenimizi kirletmesinden korkuyoruz ne kadar komik değil mi? Tabletlerin, telefonların, bilgisayarların, internetin zihnimizi kirlettiği ve kirlendiğimizi fark etmiyoruz. O zamanlarda elimiz kirlenirdi de kirlenmezdi düşlerimiz, hayallerimiz.
‘Ah o eskiler’ diyerek başlıyor tüm hikayelerimiz. Hepimizin hikayesi özünde ortak sanırım hepimizi mutlu eden tarafı da bu kısmı. Ortak diyorum, zira bu kelime öylesi bir kelime değil. Mesela yeni bir çocuk dünyaya geldiğinde bu herkesin sevinci olurdu. Köşemize, sokağımıza yeni bir nefes, can geldi diye heyecanlanırdık. Ya da bir evden bir cenaze çıksa acısıyla uğraşmasın diye sini(yemek sofrası) ile kapı çalanlardık. İkram etmeyi, yanında olmayı, candaş olmayı sevenlerdendik. Ortak değerlerimizi, kimliğimizdi.
Peki tüm bu duyguları tetikleyen bir neden midir? Elbette hayır. Ama bence bir tanesi ki bunu daha önce de demiştim yine diyorum; betonarme yapılar bana kalırsa toprağın bereketini, insanının hassasiyetini kırdı. Önceleri kardeşimiz için rahatı düşünmezdik şimdi rahatımız için kardeşimizi,komşumuzu düşünemez olduk.
Çok medeni olduk mesela… Apartmanlarda oturunca insanlığımızı yerde bıraktık. Yan komşumuzun kapısını bir tas özür dilerim bir kâse çorba ile çalmayı bırakın, hal hatır için dahi çalamaz olduk. Yani yan yana evlerde oturmanın keyfini, komşuluk ilişkilerini apartmanlarda, katlarda oturarak resmiyet uğruna feda ettik.
Çok medeni olduk çok. Batı’ya baka baka medeniyette çığır açtık. Artık savaşları sıcak odalarımızda televizyonlarda izliyoruz. ‘Hak etti! Şöyle ülkeydi, böyle yaptı!’ diyoruz. Her şeyin kolayını bulduk. Çayımızdan bir yudum alarak hem devlet yıkıyoruz hem devlet kuruyoruz. Gafil kaldığımız an, birliğimiz ve beraberliğimizden taviz verdiğimiz an aynı konuma geleceğimizi unutuyoruz. Hissiyatımız körelince haliyle bize yani insana ait vasıfları unuttuk. Artık içimiz dahi sızlamıyor. Rahatımıza düşkünlüğümüz arttı bu yüzden birleşmiyor iki yakamız. Dünyaya çok daldık ve bu yüzden gözlerimiz hipermetrop, gönüllerimiz miyop.
Çok medeni olduk. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın tellalları arasında ölüyor insanlığımız. Kırılmasın diye insanı geçtim insanlığımızın kolundan tutup kaldıramıyoruz ya…
Rabbim, affetsin bizi. Rabbim dünya hastalıklarının cümlesinden korusun bizi. Birbirimize kardeş olduğumuzu, kardeşlik hukukumuzu ve insanlığımızı unutturmasın.
Başımızı batıya değil, kardeşimize çevirebildiğimiz zaman ve menfaatlerimizi öldürdüğümüz zaman kazanacağız . Menfaati öldürmenin yolu ise ‘kendimiz için değil kardeşimiz için yaşama isteğidir, eylemidir. Menfaati öldürmenin en kolay yolu budur.
Vesselam.