Ramazan ayının ilk haftasını devirdik. Hep olduğu gibi, zaman her şeyden daha hızlı ilerliyor. Bu sıralar “Ahh! Nerede o eski Ramazanlar” sözünü sık aralıklarla duymaktayız. “Ahh nerede o eski bayramlar, nerede o eski tatlar, nerede o eski dostluklar” dediğimiz gibi.
Aslında ne eski Ramazanlara, ne eski bayramlara ne de eski tatlara bir şey olduğu var. Biz yıllar içerisinde kaybolan kendi “eskimizi” aramaktayız. Özlem duyduğumuz şey eski Ramazan değil, eski Ramazan’ı yaşarken, duyumsadığımız saflık, berraklık, samimiyet, masumiyet ve en önemlisi yokluk. Yokluk hayatımıza yansıyan birçok detayı çok anlamlı kılar. Eskiden sadece Pazar günleri, ailedeki kişi başına birer tane düşmek üzere, bakkaldan alınan yumurtayı yiyebilen biri, bugün kolilerle evine getirdiği ve her Allah’ın günü onlarcasını yiyebilecek duruma geldiği, o yumurtadan aynı tadı alabilir mi? Bir hafta boyunca hayallerimizi süsleyen yumurta için, gelmesini iple çektiğimiz Pazar günlerinin kahvaltıları unutulur mu?
Eskiden iftar vakti, bir tas çorba, mis gibi kokusu rahiya misali yayılan bulgur pilavı, kadim kokulu pide ve salata ya da yeşillikle süslenmiş sade sofralarının verdiği hazzı bugünün zengin sofraları nasıl versin ki? Akşama kadar Müslüman gibi oruç tutup, akşam Karun gibi kurduğumuz sofralarda, neyi yiyeceğimizi şaşırır haldeyken o eski tatların nasıl bulabiliriz?
Özellikle iftar davetlerinde, öylesine çok çeşidin arasında boğuluyoruz ki ne çorbanın sıcaklığını, ne pidenin kokusunu, ne salatanın tadını vs. algılayabiliyoruz. Sonuç; patlayıncaya kadar mideyi doldurmuş ama hiçbir yiyeceğin gerçek anlamda tadını alamamış halde sofradan kalkmak oluyor. Ramazanın bolluğu diyerek kendimizi kandırmayalım. Eskinin Ramazanları günümüzdeki Ramazanlar kadar cömert değil miydi? Zenginleşiyoruz, zenginleştikçe hayatımızın tatlarını birer birer kaybediyoruz.
Ramazanın bereketini sadece mide ile ilişkilendirmek ne kadar doğru olabilir? O, arınmanın, affın, mağfiretin, kulluğun, sevginin, merhametin kat kat bereketle verildiği bir aydır. İdrakini ve bu idrakin gerektirdiği davranışları yaptığımız sürece bu böyledir. Manevi anlamda coşku ile yaşayabildiğimiz bereket, maddi hayatımıza fazlasıyla yansıyacaktır. Öte yandan maddi bereketin sadece kendi hanemize değil, fakir fukaranın, ihtiyaç sahiplerinin evlerine yayılmasının gerektiği bir aydır. Yoksa normal ayda gıda ihtiyacımız için harcadığımız paranın üç-beş katını Ramazan ayında harcayıp, çeşit çeşit yemekler pişirip, pekâlâ kendimizi Ramazanın bereketi diye kandırabiliriz. Ruhunda da, ibadetlerinde de, kulluğunda da bir bereket var mı? Sen ondan haber ver! Aksi halde zenginlerin, oruçsuzların iftar sofraları seninkinden kat kat daha bereketli(!) Ahh nerede o eski Ramazanlar değil, ahh nerede o eski ben!
İki gün önce Teravih Namazından çıkınca, caminin karşısındaki tekel bayiini ve içindekileri gören bir yakınım “Biz namazdan çıkıyoruz, bunlar burada ne yapıyor!” dedi. “Nasip” dedim “Kendisine el açıp dua etmeyi, secdelere kapanmayı, rükûda boyun eğmeyi, akşama kadar aç susuz bekledikten sonra iftar vakti, sofranın başına ailecek oturup beklemenin hazzını, ezanların yankılanmasıyla başlayan coşkuyu Allah herkese nasip etmiyor. Bu önemli bir ayrıcalık, bize bu imkânı verdiği için Rabbimize çokça şükretmeliyiz.”
“Sizin malınız, mülkünüz, çocuklarınız (soyunuz, ırkınız) sadece imtihan vesilesidir, hâlbuki Allah katında muhteşem bir ödül vardır.” Tegâbun–15
“Kendinize yerde değil gökte hazineler biriktirin, hazineniz neredeyse yüreğiniz oradadır.” Matta 6/19