Kur’an’a göre gerçek hayat, nihaî hakikatin kendisidir: “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resul'e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. (Enfal, 8/24). Evet, âyette işaret edilen bu hayat, dünyâda anlamlandırılacaktır. Böyle bir varlık alanı, aşkın varlıkla bağlantılıdır. Sorun, “el-hayâtü’d-dünyâ”yı reddetmek değil, belki, din-dışılığı kutsadığı ve gönüllerde egemenlik yarışına giren, aşırı “hubbu’d-dünyâ/dünyâ sevgisi” tutkusunu aşmaktır. Kur’an’da dünyâ hayatı ve metâının yerilmesi, onun, amacı dışında kullanılmasından dolayıdır. Yoksa dünyâ metâının hakkı veriliyorsa, bu övülmektedir:
“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı…” (Bakara, 2/29).
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin, yiyin-için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez.” “De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram kılmış? “De ki: "Bunlar, bu dünya hayatında inananlar içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur. İşte böylece biz âyetleri bilen bir topluluğa uzun uzun açıklıyoruz .” (Araf 7/31-32).
Yaşadığımız küresel krizin sebepleri arasında seküler dünya görüşü başta gelmektedir. Bu anlayış hukukun üstünlüğü yerine üstünün hukukunu, hak ve adalet yerine kuvveti, paylaşma ahlakı yerine çıkarı, gönlün taleplerine karşı nefsi kışkırtmayı, zaruri ihtiyaçlar yerine sun’i ihtiyaçları öne çıkarmıştır. Hatta bu sebeplere, ihtiyaca göre üretim değil, üretime göre ihtiyaç ilkesini de eklemek gerekir. Bütün bu saydığımız hususları yaşayan toplumlar, vahşi kapitalizmin esaretine açılan kapıdan içeri hızla girerler. Çünkü vahşi kapitalizmin ritüelleri arasında “reklâmcılık” büyük rol oynar. İnsanlarda sahte ihtiyaçlar meydana getiren reklâmcılık, gereksiz tüketimi kışkırtarak, her biri bir tüketim mabedi olan büyük alış-veriş merkezlerini kutsamaya yönlendirir. Âyinin adı, israf ekonomisidir. Bu ekonomik modele bağlı yaşanan çılgınlık, coşkusallık eşliğinde yerine getirilir. İşte israf ekonomisinin tüketime teşvik ettiği insanlar, zorunlu olmayan ihtiyaçlarını karşılamak için helal-haram ayrımı yapmadan para kazanmaya çalışırlar. Dün nema, banka kredileri gibi meselelerde soru-sorma ihtiyacı duyan dindar insanlar, eğer bugün aynı hassasiyeti taşımıyorlarsa, işte bunun nedenini ahlaki alanda ortaya çıkan değerler kaybında aramak gerekmektedir.
İslamî açıdan ahlaki değerlere kayıtsızlık düşüncesi, dünyevileşmeyi doğurmaktadır. Bu durum, toplum hayatında gelir dağılımındaki adaletsizlikleri körükler, lüks ve konfora özenti, sınıfsal ayrımları derinleştirir. Ahlâkî dindarlığın zayıflamasıyla eş zamanlı olarak dünyevî hassasiyetlerin artması önplana çıkar. Eğer temelinde “bereket” yatan yeni bir iktisat ahlakı geliştirilmezse, dünyevileşmeyi dizginlemek zorlaşır. Bireysel hayattan toplumsal hayata, hatta uluslar arası ilişkilere varıncaya kadar, onuru korumanın yolu, “dini ahlakı” eksen alan yeni bir iktisat anlayışından geçer. Çünkü “sahip olma” içgüdüsünü olabildiğince besleyen “hırs güdüsü”, samimi dindarlığı ortadan kaldırdığı gibi, âhiret hayatının kazançlarına yönelik paylaşma ahlakını da yok eder. Özellikle “israf ekonomisiyle” malul bir yaşam biçimi, kanaatsizliği, kanaatsizlik de şükrü ortadan kaldırarak şekvayı kuvvetlendirir. Bu durum, onuru kırmakla kalmaz, birey ve toplumların şahsiyetini zedeleyen dilencilik yolunu da açar.
İktisatsızlık ve israf yüzünden kalkan bereketsizlik, açlık ve dinsizlik gibi her türlü yoksulluğa davetiye çıkararak dünyevileşme alanında ortaya çıkan krizi olabildiğince derinleştirir. Nasıl ki harbi umuminin altında küresel ölçekte adalet ve hakkaniyet değerlerinden uzaklaşmaya dayalı ‘hırs’ varsa, bugün küresel ölçekte yaşanan ekonomik ve ahlaki krizin altında da aynı hırs vardır.
O halde küresel krizi çözmenin yolu, milletlerin içtimai hayatını sarsan hırs, israf, kanaatsizlik gibi her biri dünyevileşmenin alâmet-i farikaları olan ahlâki değersizliğe karşı, iktisat, kanaat ve tevekkül gibi ahlaki değerlere yeniden hayatiyet kazandırmaktan geçmektedir.
İnanç alt yapısı sağlam olan bir insan, iktisat ve kanaatle yaşamasını bilir, başkalarının dilenciliğinden kurtulur. Böyle bir insan zengin olduğu zaman da dengeli, orta bir yolu benimseyen kimse olur, israf etmez. Toplumda ihtiyaç sahiplerini görür-gözetir. Çünkü iman-ahlak-ibadet ekseninde yürüyen bir insandan ancak böyle erdemli davranışlar yapması beklenir.