İslam iyi insan yetiştirmeyi hedefler. Bunu, İslam’da emir ve yasakların her birisiyle test etmek mümkündür. Mesela, İslam, “i’sâr/başkasını düşünme” ahlakını öne çıkarır. Bu düşünceye sahip olan müminler, ensar ruhuyla dopdoludur. Kendileri fakru zaruret içinde yaşasalar bile başkalarını kendilerinden önde tutarlar. Bunlar, nefislerinin tamahkârlığından ve açgözlülüğünden kendilerini korumuş kimselerdir. (Bkz. Haşr 59/9). Böyle bir ruh hali, bizim geleneğimizde “fütüvvet ahlakı” olarak yerini almıştır. Geçmişte fütüvvet ahlakının kurumlaştığı İslam toplumlarında cemiyet hayatını zayıflatan sosyal hastalıklar olabildiğince asgari düzeye inebilmiştir.
Yaşadığımız yüzyıl, bireyselliğin, benmerkezciliğin, çıkar ve egonun kışkırtıldığı bir yüzyıl haline geldi. Modernitenin bir ürünü olan bireyselliğin temel felsefesi, bir İslam âliminin ifadesiyle “benim karnım tok, başkaları açlıktan ölürse ölsün, bana ne!” anlayışıdır. Böyle bir zihniyetin alfabesinde paylaşma, ötekini düşünme, düşeni kaldırma gibi erdemli davranışlar yerini; pragmatist, menfaatçi ve lüpçü tavırlara bırakmış gibidir. Aslında materyalizmin tabiatında bu vardır. Eğer bireyin menfaati yoksa böyle bir kimsenin gözündü, hiçbir ahlaki değerin anlamı yoktur. Hatta materyalist bir insan tasavvurunda; din, iman ve bunlardan beslenen anne-baba, vatan, insan sevgisi, insana değer verme vb. gibi hasletler beyhude işlerdir.
Bir düşünelim. Aidiyet duygusunu kaybetmiş, özgürlüğü Allah’tan bağımsızlıkla temellendirmiş, kutsal olan bütün bağlardan kendisini arındırmış olan bir azmanı hangi güç, hangi yasa frenleyebilir? Değil frenlemek, tuğyanları oynayan bir değersiz, menfaati uğruna en yakınını satmaktan bile geri durmaz. Batum’da, Stalin döneminde yaşanmış bir öykü dinlemiştim. Komünizm öyle bir sistem ki, aile düzenini dağıtmakla kalmamış, anne-baba mefhumunu da ortadan kaldırmış. Komünizmde herkes polis haline getirilmiş. Hanım eşinden, eş hanımından, çocuk babasından, baba çocuğundan, herkes birbirinden kuşkuludur. Şahsiyet diye bir şey yoktur. Kişiliksizlik ve kimliksizlik egemendir. En temel insan ihtiyaçları olan yiyecek ve içeceklerin karneye bağlandığı bir dönemde yaşanmış, anlatacağım hadise.
Olay, Batum’un bir köyünde yaşanır. Birgün baba ekmek kuyruğuna geçer. Oğlu evde hasta olduğu için –ne de olsa fıtrattan beslenen bir babalık şefkat ve merhamet hissi vardır- oğlunun ekmek hissesini de alır, iyilik olsun diye. Bu haksız bir kazanç da değildir. Oğul, hemen babasını KGB’ye ekmek çaldı, haksız kazanç sağladı diye şikâyet eder. Karşılığında terfi ya da maddi bağlamda ödülünü alır. Baba ise, haksız kazanç sağlamaktan kurşuna dizilir. Stalin bu olayı duyunca, çarpılmışa döner. Bir insan ki der, babasını bile ihbar ediyorsa, hiçbir değer, hiçbir aidiyet hissi, hiçbir insanilik kalmamış bir adamdan, her şey beklenir. Bu adam, üç kuruş uğruna vatanını bile satar diyerek, adamın oğlunu da kurşuna dizdirir. Herhalde bu olay, bize din, ahlak ve ahlaki erdemler bağlamında bir şeyler anlatıyor olmalıdır.
Çok şükür bizim toplumumuzda hayatını İslam’ın güzel ahlak esaslarıyla donatmış güzel insanlarımız hala var. Onlar, söz ve yazılarıyla iyiliklerin taşıyıcısı ve kötülüklerin engelleyicisi uğruna büyük çaba sarf ediyorlar. Kurdukları yardımlaşma kurumlarıyla zengin ve yoksul insanımız arasında kardeşlik köprüleri kuruyorlar. Bu da toplumsal yapımıza barış olarak geri dönüyor.
Elbette son zamanlarda dinimizden, inancımızdan, örf ve adetlerimizden kaynaklanan bu güzellikleri devre dışı bırakacak düzeyde gelişmeler de yok değil. Her gün televizyon ekranlarında ve okuduğumuz gazete köşelerinde ahlakın dibe vurduğu olaylardan söz ediliyor. Her birimiz yüzümüz kızararak ve içimiz burkularak bu haberleri okuyor ya da dinliyoruz. Cemiyetimizin en büyük hastalıkları arasında “kul hakkı” kavramının zedelenmesi geliyor. Sanki helal-haram duyarlılığını gözetmek enayilik gibi değerlendiriliyor. Elbette yasalarımızda her türlü yolsuzluk ve hırsızlıklarla mücadele etmeye âmir hükümler var. Önemli olan kâğıt üzerindeki âmir bu hükümleri, gönüllerde âmir hale getirmektir. Bunun yolu da imana dayalı bir eğitimden geçiyor. Unutmayalım ki, milletimizin tarihsel sürekliliğinin yakıtı, ahlaki değerlere bağlılıktır. Acaba toplum olarak bu konu üzerinde ne zaman köklü çözüm önerileri geliştireceğiz? Bu soruya toplum gemisinin kaptan köşkünden tutun da en alt birimlerinde görev alan herkes cevap bulmak gibi bir sorumluluğa sahiptir, diye düşünüyorum.