Eskiden Yaşadığımız bu güzelim ülkenin köyü ile kenti arasında çok önemli bir fark olmazdı. Herkes yaklaşık olarak ortak bir kültüre sahipti. Yaşam şartları ve gelir kaynakları farklı olsa da kültürel açı dardı. Bu nedenle de daha kolay bir yuva kurulur, anlaşmak mümkün olurdu. Ancak şimdi yaşadığımız toplumda aileler, bölgeler arasında ciddi farklar oluştu. Hatta aynı okulu okuyup aynı diplomaya sahip olan insanların arasında bile kültürel farklılıkların makası açıldı.
Evliliğe karar verecek olan gençler ilk anda bunun çok önemli olmadığını düşünseler de evlendikten sonra anlayış farklılıklarından kaynaklı ciddi problemleri yaşamaya başlıyorlar. Eskiden evlenen kızların geçmişe ait alışkanlıklarını, birikimlerini ve özel zevklerinin bir kısmını annesinin evinde bırakıp gelme ve yeni evin ailesi ile hemhal olma alışkanlık ve beklentileri vardı. Ancak şimdi durum öyle değil. Bu gün kimse “0nun gibi” olmak istemiyor. Her iki taraf ta kendi varlıklarıyla ayakta kalmayı düşününce ciddi bir farklılık ortaya çıkıyor. Bu farklılık da bir süre sonra dayanılmaz ve çekilmez sıkıntılara kapı açıyor.
İslam fıkhı evlenecek gençler arasında “küfüv” adını verdiği bir denkliğin olmasını ister. Bu; kültürel birikim, dini yaşam, ekonomik durum, yaş vb. birçok kriteri içine alır. Bir kafeteryada garsonluk yapan delikanlı ile bir doktor veya avukat hanımın evliliği ne kadar sağlıklı ve uzun soluklu yürüyecek? Arada çıkan sorunları nasıl çözecekler?
Yapılan bir araştırmada okumuş ve kültürlü kesimde ayrılma oranlarının ve problem yaşama trendlerinin daha yüksek olduğu tespit edilmiş. Çünkü her ikisi de “biz” olmak yerine “ben” olmanın kavgası başlıyor. Zira farklılıklar ortadan kalkmış. Diploma deseniz ikisinde de var, maaş konusunda çok önemli bir fark yok, kariyerse her ikisi de kendi kariyerinin arkasına sığınarak bir şeyler söyleyebilir. Hal böyle olunca “biz” olmak yerine “ben” kavgası bir tık daha üste çıkıyor. Her iki tarafın da kendi söylediği / düşündüğü veya doğru bulduğu fikirlerde hatalı olabileceğine, eşinin de doğru bir düşünce ve yolda bulunabileceğine dair bir ön yaklaşımı olmayınca ortada aşılamaz problemler kalıyor.
Hele ki insan kavga etmeye başlayınca, önce sesini yükseltir. Sesini yükselten insan “Seni dinlemeyeceğim. Sen beni dinlemek zorundasın” demeye başlar. Bu durum anlaşmak için değil de sadece kavga yapmak ve diğerinin üzerine çıkabilmek için ortaya konmuş bir eylemdir. Bir taraf bağırınca diğeri de ani bir refleks olarak sesini yükseltecektir. Yükselen sesler şeytan için iyi bir oltadır.
Özellikle evliliğin ilk yıllarında bu problem daha çok ortaya çıkıyor. en basit bir konuda bile ortak akılla ikisinin de mutlu olabileceği bir yol bulabilmekten daha çok kendi düşünce ve fikrini empoze etmenin, kabul ettirmenin savaşı başlıyor. Karşı tarafın isteği yerine gelince bir mevzi kaybedilmiş oluyor. Ailede “mevzi kazanma” veya “mevzi kaybetme” üzerine kurulan her türlü mücadele, büyük bir mutsuzluk ve umutsuzluk olarak geriye dönüyor. Allah'ın birbirinin ayıp ve kusurlarını örtmesi için bir araya getirdiği bu insanlar, aileyi koruma ve yaşatma yerine bir süre sonra kusur arama yarışına giriyorlar. Kendi kusurunu kabullenip özür dilemek yerine onda daha büyüğünü bulma ve bunu teşhir ederek eşini susturma mücadelesi başlayınca; şeytan tüm düğmelere birden basıyor.
Bu sıkıntıların birazını kültürel farklılıklar, birazını ekonomik özgürlükler, birazını da çevreye karşı gösterilebilecek farklı alanlara ait görseller oluşturuyor. Hatta bazen çiftler eşinin teklifini yapmakta bir beis görmeyebiliyor. Ama kendisi olamamak, sürekli onun isteğini yapıyor olmak, ipleri onun eline vermek(!) gibi basit ama tehlikeli endişeler ortaya çıkıyor. Sonra da onun zihin dünyasında ve daralan kalbinde bir gedik açılıyor. Oradan da diğerine ateş etmeye başlıyor.
Yeni evlenen gençlere nasihat babında şu fıkrayı çokça anlatırım.
Bir grup kafadar kahvehanede oturup hanımlarını nasıl dövdüklerini onlara eziyet ettiklerini anlatıyorlar. (Sanki marifetmiş gibi…) içlerinden biri sessizce konuşmaları takip ediyor.
Ona; “Yoksa sen hep hanımın dediğini mi yaparsın? Hiç hanımına kızmadın mı? Dövmedin mi onu?” diye yüklenmeye başlarlar. Biraz da mahcup bir ifadeyle “Hiç böyle bir şeye ihtiyaç olmadı. Hanım yapılması gereken her şeyi yapar” diye cevap verir. Ama ortamda yüklenmeler, suçlamalar gittikçe dozajını artırınca bizimki kısık bir sesle sorar; “Böyle bir ihtiyaç hiç olmadı. Nasıl yapacağım bunu? Ne gibi bir bahane göstereyim?” Evde hır çıkarmakta deneyimli birisi atlar ortaya ve “Akşam için balık alıp eve götüreceksin. Hanıma akşama bunu pişir diyeceksin. Akşam balık kızartılmışsa niye buğulama değil der ortalığı birbirine katarsın. Buğulama gelmişse çorba istersin. Bundan sonra iş sende artık.”
Bizimki çar naçar bir miktar balık alıp eve bırakır. Akşam eve varır ve sofraya oturur. Kararlıdır. Arkadaşlarının dediği gibi yapacak ve erkekliği(!) kurtaracaktır. Sofraya bir tabak konulur ve hemen, “Ben kızartma sevmiyorum bilmez misin?” diye yüksek sesle bağırırken hanımı hemen mutfaktan balığın farklı bir tarzını getirir. Adam şaşırır ama “bunu da sevmezdim” derken üçüncüsü, dördüncüsü gelir. Evde 20 tane tabak vardır ve 19 ayrı tabakta farklı tarzda pişmiş balık gelir. Tabakların biri gelir, diğeri dokunulmadan kalkar. İstediği şeyi yapamamanın, yapamayacak olmanın verdiği eziklikle bizimki kendini kaybetmek üzeredir. Olanları kenarda izleyen evin küçük oğlu yirminci boş tabağı alır, gidip tuvalette doldurur ve getirip sofraya bırakır. “Baba! Galiba sen bunu istemiştin” der.
Eğer erkek yirminci tabağa talip olmazsa, hanım da huzurlu bir aile için 19 tabağı dolduracak özveriyi ortaya koyarsa işler daha kolay çözülür.