Kitap fuarı, şeker bayramı derken sıkışıp kalmıştım şehirde. Nasıl dayandım bende şaşıyorum. Bu yüzden olacak geçtiğimiz Perşembe günü İrfan Çakır ve Şafak Oğuz Çakır ile birlikte dağlara attık kendimizi.
Koca yörük, Dede Yanal ve damadı Mustafa Öksüzoğlu ile haberleşmiş, onların Akise beldesinin yaylalarında olduklarını öğrenmiştim. Kış aylarında Silifke Yeşilovacık yöresine yaptığım bir yolculukta da Mustafa’nın konuğu olmuş, Kayserili gezgin dostlarla onun çadırında yatmıştık.
Dolmuş şoförü bizi Hanönü’nde indirdi. Kesin bilmiyordu ama yörüklerin yukardaki yaylalarda olabileceklerini söylüyordu.
Yolun sağında kimbilir ne zamandan kalma büyük bir han yıkıntısı vardı. Kalan duvarlarının görkemine bakılırsa geçmişte çok büyük bir han olup nice yolcuları, gezginleri ağırladığı belliydi.
Çevlik Yaylasına doğru yürürken bir araba geldi ardımızdan, yanımıza durup nerden gelip nere gittiğimizi sordular. Derdimizi anlattıktan sonra şoförün yanındaki arkadaş arabadan indi.
“Haydi, bize gidelim ayran, çay kahve içtikten sonra ben size tarif ederim yolu, dedi. Vardığımız evin serin balkonunda kadınlar sohbet ediyor, kışlık konservelik yiyecekler hazırlıyorlardı. Çayımızı koymuşlar, şoför Bünyamin Ever’in eşi ayran ikram etti. Bize yol göstermek isteyen de amcası Adem Ever’miş. Bu yayla insanlarının dostluğu, konukseverlikleri her şeye değerdi. Çaylarımızı içerken Durmuş Ali adında bir yaylacı geldi.
“Çaylarımızı içelim, ben sizi yukarı gölete kadar iletivereyim, dedi. Buna daha çok sevindik.
Bu yaylalara ilk geliyordum. Gördüğüm ilk şey bölgenin müthiş susuzluğu oldu. Önlem olarak buldukları her yere küçük bir gölet yapmışlar. Hayvanlar buralardan karşılıyor su ihtiyaçlarını. İnsanlar yıllar önce yaptıkları sarnıçları kullanıyorlar. Pınar, çeşme namına hiçbir şey yok.
Ardıçların, meşelerin arasında yukarıdaki yaylalara doğru tırmanmaya başladık. Küçük bir göletin başında bir baba ile iki oğlu çadırlarını kurmuşlardı. Uzaktan el edip yanlarına çağırdılar. Yemek yiyorlardı, çay koymuşlardı köze. Bizi de buyur ettiler sofraya. Köz çayını içtikten sonra yeniden düştük yola.
Dede Yanal’ı yıllar önce tanımıştım, Mustafa Öksüzoğlu’nun tanıyalı iki yıl ancak olmuştu. O, eşi Emine ve çocukları Duran, Muhsin ve Meryem ile kışları Silifke Yeşilovacık’ta kalıyor, bahar gelince sürülerinin peşinde düşüyorlardı yola Toros yaylalarına doğru. Muhsin bu yıl 6. Sınıfa gidecekti, müthiş akıllı bir çocuk, bütün derdi elektrik elektronik üzerineydi. Aslında bu hayat şartlarını hiç sevmiyor, biz de el alem gibi bi yere yerleşelim, ben okuyacağım, diyordu.
Akşamüzeri kara çadırın içinde sohbet ederken Dede’ nin oğlu Mehmet’de bu hayattan bıktığını, tüm sürüyü satıp yerleşmek istediğini anlatıyordu. Besicilik yapmayı düşünüyormuş.
Göçerlerin dağlardaki dertleri bir başka. Kara böcü (domuz) böcü (kurt) aman vermiyormuş sürülerine. Kendilerinin ve hayvanlarının içme sularını tankerlerle uzaktan getiriyorlar. Bazende yaylanının güneyindeki vadideki bir sarnıçtan suluyorlar sürüyü. Keçiler gerçekten ilginç hayvanlar, her suyu içmiyorlar. Bu yüzden sürünün başında kim varsa su dolu dığanlara (leğen) birer damla dirge (katran) damlatıyorlar. Çamdan üretilen katranı ise hayvan ve insanların yaralarını iyileştirmede kullanıyorlar.
Başka ilginç yönleri de var keçi sürülerinin. Koyun ve sığırların içtiği sulardan kesinlikle içmiyorlar. Tekeler arasında kızışma döneminde yoğun rekabet yaşanıyor. Kendini güvende hissetmezse daha yükseklerde korunaklı bir yerde alıyor soluğu.
Cumartesi sabahı erkenden yola düşmemize rağmen Akise dolmuşunu kaçırmıştık. Sıcağın altında yürürken bir kamyonet durdu. Kuran kursundan çocuklar yardım toplamaya Alibeyhüyüğüne gidiyorlarmış. Bizi de aldılar kamyonete, Bozkır yoluna kadar sohbet ederek gittik. Süleymancılarmış. Bazen öteki cemaatten sanıp kovalıyorlarmış çocukları. İki delikanlının yanında dört tanede ilköğretim çağında çocuk vardı.
İstismar aracından başka bir şey değildi o dört çocuk.
Başka yaylalarda buluşmak dileğiyle döndük şehrin çirkinliklerine.