Sedat Laçiner/ Star
Başkanlık sistemi
Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal Türkiye’de başkanlık sisteminin en güçlü savunucularındandı.
Şimdilerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan seslendiriyor başkanlık sisteminin gerekliliğini. Karşıtları Özal’ın başkanlık sevdasını Amerika hayranlığına bağladılar. Erdoğan için ise “başbakanlık yetmiyor, padişah olmak istiyor” diyorlar.
Özal da, Erdoğan da modern Türk tarihinin en güçlü iki siması. Bu nedenle başkanlık sistemini kişisel nedenlerle talep ettiklerini düşünmek doğru olmaz. Çünkü buna ihtiyaçları yok. Özal başbakanlığı da, cumhurbaşkanlığını da tatmış, Türkiye’de olunabilecek ne varsa olmuştu. Başkanlık sistemi gelince kişisel tatminini arttıracak yeni bir ilave olamazdı. Erdoğan ise Özal’ın attığı temelleri iyi kullanmayı bildi. Günümüzün siyasi çekişmesi içinde belki fark edilmiyor, ancak Erdoğan gerek iç, gerekse dış politikada Türk tarihinin en önemli kilometre taşlarını döşedi. Yaklaşık 8 yıl ülkeyi çok güçlü bir lider olarak yönetti. Önümüzde yeni bir genel seçim var ve partisinin alacağı oylar için yapılan tahminler % 40’ın altına düşmüyor. % 50 oy alsa buna pek az kişi şaşırır. Böylesine güçlü bir liderin, üstelik de gücünün şahikasında salt kişisel tatmin için başkan olmak isteyeceğini düşünmek doğru olmaz.
Parçalı iktidar
Gerek Özal’ın, gerekse Erdoğan’ın başkanlık sistemini istemelerinin en önemli nedeni Türkiye’de iktidarın, özellikle 27 Mayıs 1960’dan bu yana parçalı oluşudur. 27 Mayıs zorbalığından sonra askerler iktidarın sivillerde olmasını tehlikeli görmüşler ve cumhurbaşkanlığı makamını sistemi dengeleyen (frenleyen) bir konuma getirmişlerdir. Bu da yetmemiş, Anayasa Mahkemesi sisteme eklenmiş ve devleti milletten koruyan yeni bir frenleme mekanizmasına dönüştürülmüştür. Aynı şekilde Danıştay ve Yargıtay da bazı grupların yuvalandığı ve kimseleri içeri sokmadığı diğer fren kurumlar haline getirilmiştir. Kuvvetler ayrılığı gerekçesiyle Hükümet, Cumhurbaşkanlığı, Meclis ve Yargı tek başına kendi işini yapamaz hale gelmiş, adeta birbirlerine mahkûm olmuşlardır. 1960’lar ve 1970’ler boyunca yapılan yasalar ve verilen görünür-görünmez muhtıralar sonucunda sistem iyice tıkanmış ve sonuçta yönetilemez hale gelmiştir. 12 Eylül darbesiyle birlikte ise askerler sisteme doğrudan girmiş ve yeni fren mekanizmaları oluşturmuşlardır. Özal halkın desteğine sahiptir, ancak pek çok konuda eli kolu bağlıdır.
Bugün bazıları AK Parti’nin 2002’den beri tek başına iktidar olduğunu sanıyor. Oysa ki bu doğru değil. AK Parti iktidarı önce Sezer’le paylaştı. Köşk’e giden hemen her atama ve yasa tasarısı geri döndü. En kötüsü Sezer, Anayasa’da ‘yürütmenin başı’ sayılmasına rağmen Hükümet’in hiçbir politikasına katkı sağlamadı. Sadece Sezer mi, neredeyse tüm Yargı da Hükümet karşısında adeta bir set oluşturdu. Yargı denetleyen olmaktan çok, yapılan tüm icraatlara siyasi gerekçelerle karşı çıkan bir duvar gibi davrandı. Bu yapıda çözülme olsa da eski yapı artık restorasyon kaldırmıyor.
İsmi ‘başkanlık’ mı olur, bilemiyorum. Ancak asıl olan yürütmenin parçalanmaması, yetkilerinin diğer kurumlarla paylaştırılmamasıdır. Bu noktada en önemlisi ise Cumhurbaşkanı ve Başbakanın konumlarıdır. Atatürk, İnönü ve Menderes dönemlerinde bu makamlar fiili olarak tek makam gibi hareket ettiler. Gül-Erdoğan dönemi de, yargının engelleyici gücü bir yana bırakılırsa, yürütmenin fiili olarak tekliği dönemidir. Fakat sistemi Gül ile Erdoğan’ın arkadaşlığı üzerine kurmak ne kadar doğrudur? Sonuç olarak ister parlamenter sistem olsun, isterse başkanlık sistemi kalıcı ve çalışır bir sistem kurma ihtiyacı güçlü bir şekilde ortada duruyor.