Başbakan Erdoğan'ın kaçak Ermeni işçilerle ilgili 'Gerekise sınırdışı ederiz' sözlerinin arkasında durması Erdoğan'a yakınlığıyla bilinen Sabah yazarı Mehmet Barlas'ın da gündemindeydi. Başbakan'ın sözlerine ilginç bir başlıkla karşı çıkan Barlas, 'Hani Kunta Kinte'ydin diye sormadan da edemedi.
İşte Mehmet Barlas'ın ''CHP'den sonra AK Parti de mi MHP'lileşiyor? başlıklı o yazısı:
Bütün kıssalı fıkralar gibi bu fıkra da Nasrettin Hoca'ya dayandırılır. Hoca berberde sakal tıraşı oluyormuş.
Berber çok acemi olduğu için usturanın her hareketinde Hoca'nın yanağının bir yeri kesiliyor ve kanamaya başlıyormuş...
Berber de bu kesiklerin üzerine bir parça pamuk koyup, kanamayı durduruyormuş.
Hoca'nın o yanağı böylece pamuk tarlasına dönmüş.
Derken berber Hoca'nın öbür yanağına geçmiş.
Tam usturayı o yanağa değdirecekken Hoca berberin elini tutmuş...
- Evladım bari bu yanağa da buğday ek, demiş.
Toplumların geçmişlerinde kanamalı kesikler varsa, bugünlerindeki her davranış ve her söylem olağan dışı bir dikkatle ve hassasiyetle izlenir.
BAŞBAKAN'A JİVKOF HATIRLATMASI
Örneğin Türkiye'de çalışan Ermenistanlı Ermeniler "Kaçak" işçiler de olsalar, onlara dönük sınır dışı etme içerikli tehditler "Kaçak" olmaları gerçeğinin ötesindeki algılamalara sebep olur.
Jivkof "Bulgaristanlı Türkler"i sınır dışı ederken, biz "Bunlar Türk ama Türkiyeli Türk değiller" mi demiştik 1980'lerde?
Çünkü 20'nci yüzyılın başında topraklarımızda başlayıp sınır ötesinde biten ve o dönemdeki vatandaşlarımızı hedef alan "Tehcir" içerikli bir "Ermeni Sorunsalı" vardır.
Bu hâlâ dış politikamızın da iç siyasetimizin de hassas ve problemli konuları arasındadır.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Diyelim ki "Ermeni Sorunsalı" Cumhuriyet öncesi döneme ilişkin bir meseledir.
Ama bu mesele de "Çoğunluktan farklı olanlar"ın bu coğrafyada geçmişten bugüne yaşadıkları benzer serüvenlerden sadece bir tanesidir...
"Kürt Sorunu"nu veya "Alevilik Konusu" nu ya da şu anda gündemde bulunan "Roman Gerçeği"ni bir yana bırakalım.
Çok yakın geçmişte, yani 1960'lı ve 1970'li yıllarda sayıları 100 bini aşan İstanbul Rumları'nın zorunlu veya ürküntülü göçlerini ve şu anda bunların sayılarının 2000 civarına düşmüş olmasını hiç hatırlamıyor muyuz?
Türkiye-Ermenistan açılımını nasıl Karabağ Sorunu'na endekslediysek, İstanbul kadar eski olan İstanbullu Rumların kaderlerini de Kıbrıs Sorunu'na endekslemedik mi?
Kıbrıs'taki gerginliğin ilk yansıması 1955'in 6- 7 Eylül gecesi İstanbul'daki Rumların evlerine, kiliselerine, hastanelerine ve hatta mezarlıklarına dönük vandallıktı.Daha sonra 1964'te de bir gecede 8 bin İstanbullu Rum'un Türk uyruklu olmadıkları gerekçesiyle ikamet izinleri iptal edildi. Evlerini, eşlerini, çocuklarını geride bırakıp trene bindirildiler ve sınır dışı edildiler.
Bunların aileleri de sonunda çaresiz Türkiye'den ayrıldılar.
Daha sonra da 1974 Kıbrıs Harekâtı sonucu doğan gerginliğin ürküntüsü içinde, geri kalan İstanbullu Rumlar da Türkiye'yi terk ettiler.
"Varlık Vergisi"ni, "Aşkale mahkûmları" nı, "Vatandaş Türkçe konuş" kampanyalarını falan bir kalemde geçelim.
HANİ KUNTA KİNTE'YDİ?
Başbakan Erdoğan'ın öncülük ettiği "Açılım" lar, tüm bu kesiklerin onarılacağı, yaraların sarılacağı ve geçmişimizdeki yanlışlıkların tekrarlanmayacağı bir yeni dünyanın habercisi biçiminde algılandığı için, bu satırların yazarında da sevinçli bir heyecan yarattı. Bu nedenle Başbakan Erdoğan'ın herhangi bir konuşmasında herhangi bir açıdan "Farklı" olanlara dönük öfke seslendirmesi, hepimizi şaşırtıyor. Çünkü yakın döneme kadar belirli bir kesim tarafından o da "Farklı" olanlardandı.
Kendi deyişi ile o da bir "Kunta Kinte"ydi.
Neticede yukarıda sözünü ettiğim 1964 ve 1974'teki son zorunlu veya ürküntülü Rum göçleri de, CHP iktidarları döneminde yer almışlardı.
Erdoğan'ın "Kökten Devletçi" ve "Katı Milliyetçi" söylemlerle bu ve benzer sorunlara yaklaşması, onun kendini inkâr etmesini ve insancıl projelerinin fiyasko ile sonuçlanmasını getirir.
"Muhafazakâr" olduğu kadar "Demokrat" olduğunu da vurgulaması ve farklılıklardan arındırılmış "İnsan" merkezli bir çizgiye sarılması ise, hepimize nefes aldırır.
Bu da öfkeli tepkilerle değil, hoşgörüyle, anlayışla, konuşmak kadar dinlemekle mümkün olur.
Yani "CHP giderek MHP'ye benziyor" diye yakınırken, şimdi de "AK Parti'nin MHP'lileşmesi" benzeri bir durum karşısında kalmamalıyız