ALLAH’IN YARDIMI, KİME NE ZAMAN GELİR?
Arapça’da emn kökünden gelen iman, korkunun zıddı olup, güven anlamına gelir. Mü’min ise, kendisine güvenilen kimse demektir.
Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden birisi, el-Mü’min’dir. Yani, kendisine güvenilen, güven duyulan yegâne varlık. Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanan bir mü’min, bu mü’minliğini ontolojik anlamda içten dışa doğru yansıtır. Kendi içinde kendisiyle barışık olan bir inanır, dış âlemde de çevresine güven verir. Onun bulunduğu alan ‘güven ve barış’ alanıdır. Bundan dolayı, “hiçbir varlığın eliyle ve diliyle kendisinden zarar görmediği kimse” olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla, çağımızda ontolojik bir sorun olarak ortaya çıkan güvenlik ve özgürlük sorunları, aslında mü’minlerin dünyasında yaşanmamalıdır. Nasıl ki Hz. Peygamber (s.a.v): “Öyle zaman gelecektir ki, Hîre’den çıkan bir kadın bütün bir çölü tek başına aşarak hiçbir korku duymadan Mekke’ye ulaşacaktır” buyurmuş ve bu söz Müslümanların tarihinde hakikat olarak ortaya çıkmışsa, vahyin soluğunu taşıyan coğrafyalarda bütün zamanlarda aynı durum yaşanacak demektir. Kur’an bu güven ortamlarının gerçekleşmesinin yolunu işaret etmiştir: “Kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu beytin Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 3-4).
İşte, modern insanının tedirginliğinin temel sebeplerini, bu âyetin muhtevasına bakarak anlayabiliriz
Piyasalarda hidâyet öyküleriyle ilgili birçok kitap vardır. Onlardan okunabilir. İslam’a yeni girmiş kimselere “niçin Müslüman oldun?” diye sorulduğu zaman, genellikle, “kendimi güvende hissetmek için” cevabını vermişlerdir. İnsan ancak, iman sayesinde acılara katlanabilir, iç dünyasının dengelerini koruyabilir. Bu inançtır insanı hayata bağlayan ve ayakta kalmasını ve direnmesini sağlayan.
Elbette inanmak yetmiyor. Bu ilk adımdır. İkincisi, doğru bir iman anlayışı, dahası tevhid anlayışıdır. Bu konuda maalesef çoğu müslümanın kafası karışık, gönlü hercümerç içindedir. İlahi yasalar gereği, Allah’ın mü’minlere yardımı doğru bir tevhid anlayışıyla paralellik arzetmektedir. Bu konuda bir anekdot aktarmak istiyorum.
Yıl, 1967. Tarihe Arap-İsrail savaşı diye geçen bir savaş yaşanmıştır Ortadoğu’da. Bu savaşta o dönemin rakamlarıyla 5-6 milyon olan Müslüman devletler koalisyonu, 2,5 milyon Yahudi karşısında büyük hezimete uğrar. Batı Şeria, Golan Tepeleri vb. gibi İslam toprakları İsrail’in işgali altına girer. Hala bu toprakların çoğu işgal altındadır.
İsrail-Arap savaşının yeni bittiği günlerde; Mezhepler Tarihi, İtikadi Mezhepler Tarihi, Ebu Hanife gibi Türkçe’ye çok sayıda kitabı çevrilen Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, Mısır Ezher Üniversitesi’nde ders vermektedir. Ders, tefsir dersidir. Konu, Tevbe Suresi’nin 26.âyetinin yorumudur. Bu âyet bağlamında bir öğrenci parmak kaldırarak, hocaya şu soruyu sorar: “Hocam, mademki Allah cihatta/savaşta Müslümanlara görünmez ordularla yardım etmektedir. Bedir’de olduğu gibi, Yahudi’yle yaptığımız bu savaşta Allah melek ordularını indirmedi mi de biz yenildik?” deyince, Muhammed Ebu Zehra, şu anlamlı cevabı verir:
“Evlâdım, eğer Allah Kur’an’da Müslümanlara melek ordularıyla yardım edeceğini vaat etmişse, mutlaka yardım etmek için melekler gelmesine gelmiştir de kimin Müslüman kimin Yahudi olduğunu bilemedikleri için dönüp gitmişlerdir” der.
Evet, sorun burada. Sorun, Müslüman kimliği sorunu. Hepimiz hocanın cevabı üzerinde düşünelim ve kendi nefis muhasebemizi yapalım ve sonra, kendi kendimize şu soruyu soralım: “Müslümanlığın kenarında mıyız, merkezine yakın bir yerde miyiz yoksa merkezinde miyiz?” Herkes kendi duruş yerini ve biçimini tespit etmelidir. Çünkü Müslüman olmak, sorumluluk sahibi olmayı gerektiriyor.