Hukuk doktorası yapan bir genç İran'ın Tus Şehrinden geliyordu. Onu yolda gören bir arkadaşı Nereden geliyorsun? "diye sordu. Fıkıhçı " Min Tis " diye cevap verdi. Tis'den demek istiyordu. Arapça'da '– min' takısı -den -dan anlamı verir ve önüne geldiği kelimenin sesli harfini inceltir buna da 'harf yıkılması' denirdi.
Soran adam hayretle "Tis mi, öyle bir şehir mi var , ben hiç duymadım" dedi. Hukukçu gayet kendinden emin "Bilmiyor musun min eki önüne geldiği harfi yıkar." cevabını verince de "Onu biliyorum min takısı, harfleri yıkabilir ama koskoca bir şehri yıkıp yok ettiğini ilk kez duyuyorum" dedi.
Mevlana'nın ana kurala takılıp , istisnai ve özel durumları göremeyişimizi hicvettiği bu güzel fıkra son zamanlarda sık sık aklıma geliyor. Kural olarak min takısı önüne geldiği kelimenin sesli harfini inceltiyorsa bile özel isimlerin dolayısı ile şehir adlarının bunun dışında kalacağı , konun uzmanı olmasa bile herkesin sağ duyu ile tahmin edeceği bir şey. Buna rağmen şehirleri bile katı kurallara baş eğdirip hizaya sokmaya kalkanlar olabiliyor . Ya da henüz sadece temel konuları öğrenmiş ayrıntılara geçmemiş biri herşeyi bildiğini zannederek ayrıntının da ayrıntısını bilenlere ahkam kesiyor.
Kendimden biliyorum ben de çok yaptım zamanında. Ama insan öğrendiği bir şeyin doğru olsa bile zaman şartlara göre tam tersine uygulana bileceğini yaşadıkça fark ediyor.Dini kuralların bile bu ihtimalleri çok iyi bilen yaratıcı kudret tarafından zannettiğimden çok geniş çerçeveli tutulduğunu çok sonraları keşfettim. Hatta kabul edip benimsemem çok uzun sürdü.
Mesela peygamberimizin ayakta su içmeyi sakıncalı bulduğunu , oturarak yudum yudum içmeyi tavsiye ettiğini orta okulda bir dergide okudum. Hazırlayan her kimse anatomik çizimlerle ayakta dururken mide nasıl boşlukta kalıyor göstermişti. Ve dahası : Güm diye bir sürahi su yollarsan nasıl sarkar , kaslar nasıl deforme olur falan filan epeyce etkileyici bilgi veriyordu. Ben de o zamandan bunu kafama nasıl nakş ettiysem aksini hiç düşünemedim yapmadım. Elimin erdiği kimseye de yaptırmadım. Sonra üniversite yıllarına geldiğimde ilahiyatçı bir hocam laf arsında "Mesela , peygamberimiz oturarak su içmeyi tercih eder ama ayakta içtiği de olmuş" demez mi ? Düşünün ruh halimi. Hoca ile bunun için bir buçuk saat tartışıp asıl sohbet konusunu tümden sabote ettim.
O sıralarda hukuk fakültesi ile beraber ilahiyatta İslam Hukuku (fıkıh) dersleri de aldığım için kendimden gayet emindim. Dağarcığımdan silah olarak kullana bileceğim ayet ve hadisleri bir ok destesi gibi zihnimde topladım. Hocayı Hz. Peygamberin öğütlerini kulak ardı etmekle suçladım. En kestirme yoldan dinden çıkarıp mürted ilan etmeme ramak kaldı.
Hoca ne kadar : "İnsan, her yerde her zaman oturacak alan bulamaya bilir . Ya da çok çirkin gözüke bilir. Aslolan susuzluğu gidermek . Daha yavaş ve dikkatli ayakta da içilebilir . " dese de nafile. Sonra, aslında söylenenleri duysam da kulaktan öte geçirmediğimi fark ettim. Çünkü hoca "Burada bir tavsiyeden bahs ediyoruz. Emir değil. Velev ki emir olsun onun bile istisnaları vardır. Sen hukukçusun bunu daha kolay anlaman gerekir . Ama dinlemiyorsun anlamak istemiyorsun" demişti.
Düşüyorum da buna benzer meceralarımı anlatsam dizi yazı olur. Hepinizin hayatında da benzerleri olmuştur eminim. Burada en çok acıtan şeylerden biri kendi bakış açımızı düzeltsek bile önceden etkilediğimiz insanlar... "Ama ben bunu herkese böyle anlattım..." diyorsunuz içten veya sesli. Ben de öyle dedim: "Aman Allah'ın ne yapacağım şimdi ! Ben ateist arkaşdaşlarıma bile ayakta su içirmedim. Miden sarkacak !" diye . "Ya biri beni öyle görürse bir de açıklama şansım olmazsa ne olacak?"Hepimizi çoğu zaman bağlayan zincir bu.
Ama kırıp atmak zorundayız. Mümkün olursa yeni birşey öğrendim fikrim değişti diye açıklarız. Olmadı en fazla "Fatma bize yapmayın diyordu ama kendi ayakta su içiyor" diye düşünürler. Zaten her zaman hakkımızda doğru ya da yanlış kötü düşünenler olacak. Bunu kabul edip yola devam etmek gerekir.
Bu örnek küçük kolay ve kişisel ölçekte yaşadıklarımızdan. Asıl sorun ise toplumsal kabul haline gelmiş yalan yanlış takıntılarımız. Her insan anlattığıma benzer aşamaları farklı dönemlerde yaşar olgunlaşır . Belki toplumlarda böyledir. Ama bu günlerde dini, siyasi ya da kültürel hangi alanda olursa olsun yazıp konuşmak mayın tarlasında yürümek gibi. Mutlaka bir görüşten birinin oraya gömdüğü bir tabu bombası var ki üstüne basmanıza gerek yok daha yanına yaklaşırken çığlıklar feryatlar hakretler yükseliyor.
Kimse karşı tarafı dinlemiyor duymuyor. Herkes iki kulağını , iki eliyle sıkıca kapatmış ha bire bağırıyor. Ama karşıdaki de aynı pozisyonda zaten, iletişime imkan yok.
Zaten sadece bizimle hayat aynı bakan , aynı şekilde düşünen , aynı olaydan aynı sonucu çıkaran insanlarla konuşacaksak iletişimin ne gereği var. Belki de susmanın tam zamanı... Diye düşündüğüm sırada önceden planladığımız Kelebekler Vadisi, Horozluhan ve Zazadin Hanı gezisini ertelemek istemedim. Tamamını görmek ve yazmak istediğim Selçuklu Hanları ilk fırsatta gitmeyi tercih edeceğim öncelikler içindeydi.
Cuma günkü keyifli olduğu kadar yorucu da olan bu geziden sonra bir de Cumartesi günü Ali Gav Medrsesine mutlaka uğramam gerekiyordu . Çünkü Kıymetli Ressam arkadaşım Muhsin Kaleli beyefendinin Derviş temalı resim sergisini kaçıramazdım.
Geziyi, kelebekleri , hanları ve sergiyi ayrı yazılarda anlatmak üzere burada bırakıyorum. Ama diyeceğim şu ki ; Ne için olursa olsun. Birbirimizi dinlemekten vazgeçmeyelim. Bir tek bilgiye takılıp fıkradaki hukukçu gibi koca şehri yıkmayalım. Birbirimizin tahammül sınırlarını zorlamayalım.Yakıp yıkılan , coğrafi yerleşim birimi olan kentler olsa ne ise. Biz artık gönül şehrini yıkıp harap ediyoruz. Bırakalım :
Tahammül mülkünü yıktın Hülâgü Han mısın kâfir?
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir?
Sitemi Nedim'in o güzel gazelinde kalsın. Ve biz dostlarımıza :
Eğer sen benden incinirsen, ben kendi canımdan incinirim!
Ey her şeyi güzel olan sevgili; bana can da gönül de sana kurban etmek için verildi!
Diyelim Mevlânâ'nın dizeleri ile...