ANALİZ - Türkiye'nin su politikası ve uluslararası hukuk

Su kaynaklarının bölgemizdeki stratejik önemi de dikkate alındığında Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirlerinin kullanımına ilişkin Irak ve Suriye ile olan ilişkilerinde, uluslararası hukukun değerlerini gözeterek hakkaniyeti yaraşır bir tutum sergilediğini

İSTANBUL (AA) - SELMAN AKSÜNGER - Geçen hafta Irak Cumhurbaşkanı Berham Salih’in Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşmelerde öne çıkan konulardan biri de Türkiye ile Irak arasındaki su sorunu oldu. Liderler yaptıkları açıklamalarda, iki ülke arasında su kaynaklarının paylaşımına ilişkin problemlere değinirken çözüme ilişkin nasıl bir yöntem izleneceği henüz belirlenmemiş durumda.

Su kaynaklarının bölgemizdeki stratejik önemi de dikkate alındığında Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirlerinin kullanımına ilişkin Irak ve Suriye ile olan ilişkilerinde, uluslararası hukukun değerlerini gözeterek hakkaniyetli bir tutum sergilediğini görmek mümkündür. Bu bakımdan su kaynaklarının uluslararası hukukta nasıl kullanıldığı, sınır aşan suların hangi rejimle yönetildiği ve bu kaynakların tüketiminde devletler arasında çıkan problemlerin hangi prensiplere dayanılarak çözüldüğüne ilişkin meseleler önemini giderek artırmaktadır.

Uluslararası hukukta sınır aşan ya da uluslararası sulara ilişkin olarak bağlayıcı bir metin veya istikrar kazanmış, genel kabul gören teamüli uygulamalar oldukça kısıtlı. Bu nedenle ilgili taraflar genelde iki ya da çok taraflı anlaşmalar yoluyla ve özel koşulları gözeterek çözüme ulaşmaya çalışmaktadır. Nitekim her bir nehrin, kıyıdaş ülkelerin nüfus, ekonomik ve sosyal yapı, suya duyulan ihtiyacın miktarı ve çeşitliliği gibi konularda oldukça farklı hususiyetlere sahip olması sebebiyle dünyadaki tüm nehirleri tek bir anlaşma ile yönetmek yerine ilgili devletlerin kendi aralarındaki anlaşmalar ile zikredilen hususiyetleri de dikkate alarak bölgesel anlaşmalar yoluna gitmesi daha uygundur.

- BM Sözleşmesi'nin ihtilaflı maddeleri

Türkiye ve komşuları arasında su meselelerine kaynaklık eden problemlerin geneli sınıraşan suların ulaşım dışındaki amaçlarla kullanımına ilişkindir. 1997 tarihli Birleşmiş Milletler Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Kullanımı Hukukuna İlişkin Sözleşme’si çerçeve anlaşma niteliğini haiz olup, devletlere zarar verme yasağı koyarak kıyıdaş devletlere en fazla yarar sağlayacak, sürdürülebilir kullanımı hedeflemektedir. Anlaşma yeterli sayıda taraf devlete ulaşamadığından ancak 2014 yılında yürürlüğü girebilmiştir. Anlaşma devletlerin egemenlik alanlarında bulunan doğal su kaynaklarını kullanırken iyi komşuluk, hakkın kötüye kullanılmaması, hakça ve adil kullanım gibi uluslararası hukuk prensiplerini benimsemektedir.

Fakat sözleşme birçok noktada, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaktan uzak olduğundan ülkemiz bu anlaşmaya taraf olmamıştır. Özellikle 2. maddedeki “uluslararası suyolları” kavramına; sınır teşkil eden ve/veya sınır aşan her türlü nehir, akifer, buzul, göl vs gibi unsurları sözleşmenin kapsamına dahil etmesi birçok devlet tarafından tepkiyle kaşılanmıştır. BM anlaşmasının yapıldığı sırada, yer altı sularını kapsayıcı şekilde geniş olan bu tanıma başta Pakistan, Ruanda ve Türkiye karşı çıkmıştır. Uluslararası toplumun iradesini yansıtmaktan uzak olan bu sözleşmenin farklı maddeleri üzerinde devletler birçok çekince koymuştur.

Sözleşmedeki “sürdürülebilir kullanım” kavramının müphemliği sebebiyle Türkiye’nin talebi üzerine “sürdürülebilir kullanım” ifadesiyle kastedilenin daha net açıklanması aksi halde çıkarılmasına ilişkin oylamaya gidilmiş ancak bu öneri kabul edilmemiştir. Ek olarak 10. maddede yer alan anlaşma veya teamül kuralının yokluğunda karinenin “sınır aşan sulardan faydalanılmaması” dayatması da Türkiye ile birlikte bir çok devletin kabul etmediği bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Sözleşmenin en ihtilaflı kısmı ise 3. bölümde öngörülen tasarrufların uygulanmasına ilişkin kurallardır. Devletlerin egemenliği ilkesini oldukça zayıflatan, sınıraşan sularda alınacak her tasarruf ve yapılacak plana dair diğer devletlere karşı ağır yükümlülükler getiren maddelerin devletler nezdinde kabul görmesi oldukça zordur. Güney Amerika, Asya ve Afrika’daki yukarı kıyıdaş devletlerin çoğu bu sözleşmeye taraf olmamıştır. Fırat ve Dicle’ye aşağı kıyıdaş olan Irak ve Suriye’nin sözleşmeyi desteklemeleri ve taraf olmaları da sözleşmenin aşağı kıyıdaş devletleri kayırdığı iddialarını destekler niteliktedir.

Sonuç olarak Türkiye’nin BM Sözleşmesi’ne taraf olmaması sebebiyle bu sözleşme kapsamında bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Öte yandan sadece 35 imzayı gerektirmesine karşılık uzun süre yürürlüğe giremeyen ve yürürlükten itibaren taraf devlet sayısında artış olmayan sözleşmenin “devletlerin genel rızası”nı yansıttığı söylenemez. Maddelerinin çok ciddi tepkiler aldığı ve devletlerin ikili anlaşmalarında bu maddeleri göz ardı ettikleri düşünüldüğünde sözleşmenin opinio juris olarak bilinen bir “hukuki gereklilik” özelliklerini haiz olmadığı görülebilir. Uluslararası Adalet Divanı’nın Macaristan ile Çekoslovakya arasındaki Gabcikovo-Nagymaros Davası’nda sözleşmedeki mâkul ve hakça kullanım prensibi yerine ‘orantılı kullanım’ prensibine dayanması gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda BM Sözleşmesinin teamül niteliği bulunmadığı, teamül statüsü kazanma ihtimalinin ise oldukça zayıf olduğu görülmektedir.

Bu sebeple Türkiye söz konusu BM çevçeve anlaşması yerine kıyıdaş olan devletlerle ikili veya çoklu anlaşma yoluna gitmiş, taraf devletlerin menfaatlerine daha fazla yaraşır bir kullanımı hedeflemiştir. Nitekim bu tür bölgesel anlaşmalar Fırat ve Dicle’nin kendine has yapısı, coğrafi konumu ve kıyıdaş ülkeler arasındaki ilişkilerin hususiyeti dikkate alınarak yapılmıştır. Zira dünyanın değişik bölgelerindeki sınır aşan sulara ilişkin farklı problemleri aynı düzenlemeler ile çözmeyi hedefleyen BM Anlaşmasının sorunları halletmede yeterli olması mümkün görünmemektedir.

- İkili ve çok taraflı bölgesel anlaşmalardaki temel yaklaşımlar

Sınıraşan suların kullanımında devletler aralarındaki ilişkileri düzenleyen anlaşmalarda farklı yaklaşımları benimsemektedir. Örneğin yukarı kıyıdaş ülkenin mutlak egemenliğini tanıyan Harmon doktrini, aşağı kıyıdaş devletin menfaatlerini gözetmeksizin yukarı kıyıdaş devletin münhasıran tasarrufuna bırakılmasını ifade eder. Harmon yaklaşımı ABD ile Meksika arasındaki Rio Grande nehrinin kullanımında ABD tarafından ortaya atılmıştır. ABD’nin Rio Grande nehrinin yönünü değiştirmeye yönelik planların Meksikalı çifçilere zarar verince ABD hükümeti Meksikalı çiftçilerin zararlarına karşılık ABD’yi sorumlu tutacak uluslararası hukuktan kaynaklanan bir kuralın olmadığını ileri sürmüştür. Harmon yaklaşımı ABD tarafından Columbia nehri için Kanada’ya, Hindistan tarafından İndus nehrinin paylaşımı için Pakistan’a ve Avusturya tarafından Bavyera’ya karşı ileri sürülmüş olsa da devletler 1950'lerden itibaren bu yaklaşımı terk etmişlerdir.

İkinci yaklaşım ise doğal bütünlük yaklaşımıdır. Bu yaklaşım nehirlerin doğal durumunda bir değişiklik yapılmamasını, yapılacak değişikliklerin kıyıdaş devletlerin rızasına dayanılarak yapılması gerektiğini savunmaktadır. Bu yaklaşım en belirgin olarak 1924 yılında Sudan Nil nehri üzerinde büyük çaplı sulama projesi yapmak istediğinde ortaya çıktı. Aşağı kıyıdaş olan Mısır, Sudan’ın sulama projesine karşı çıkarak durumu 1925 yılında bir nota ile Sudan ve diğer muhatap ülkelere bildirdi. Nitekim 1929 yılında Nil Anlaşması imzalayan devletler, anlaşamanın 4. maddesinde Nil nehri üzerinde yapılacak projelerin Mısır’a akacak suyun azalmasına, akış hızının değişmesine yol açmayacağı hususunda mutabakata varmışlardır. Benzer bir durum Lanox Gölü ve Carol akarsuyu üzerinde Fransa’nın yapmak istediği projeye İspanya’nın karşı çıkmasında da görüldü. Fırat ve Dicle’nin kullanımına ilişkin Suriye ve Irak’ın ileri sürdükleri yaklaşımlar doğal bütünlük ilkesiyle örtüşmektedir. Fakat Suriye’nin Fırat-Dicle suları bağlamında Türkiye’den ciddî taleplerde bulunurken, esasen kendisinin suları haddinden fazla kullandığı ve Irak’ın hakkını gasp ettiğini uzmanlar tarafından yapılan incelemelerde ortaya koyulmuştur.

Üçüncü bir yaklaşım ise önceki uygulamaları esas alan “ön kullanım üstünlüğü”dür. Bu yaklaşıma göre suyun kullanımında herhangi bir kıyıdaşın diğerinden daha önce başlattığı uygulama mutlak hak olarak kabul edilir. Bu şekilde bir iç hukuktaki kazanılmış hakka benzetilen “mutlak hak”tan bahsedebilmek için bu hakkın bir sözleşmeye veyahut teamüle dayanması gerekir. Bu sebeple ön kullanım hakkını savunmak, esasen bir anlaşma hükmüne veyahut teamüle dayanmak demektir ki bunlar veya bunların dışında uluslararası hukuktan kaynaklanana kazanılmış hak söz konusu olmadığında ön kullanım üstünlüğünü pratikte ileri sürmek mümkün olmayacaktır. İran, Pakistan, Mısır, Sudan gibi devletler suların kullanımına ilişkin mevcut rejimi muafaza etmek istediklerinde bu doktrine dayanırken, Meksika, İngiltere ABD gibi devletler bu doktrini reddetmektedir. Nitekim Milletler Cemiyeti uhdesinde akdedilen 1923 tarihli Cenevre Sözleşmesi’de ön kullanımın üstünlüğü yaklaşımının geçerli olmadığı görülmüştür. Ancak nadiren de olsa, Avusturya ile Çekoslovakya arasındaki 1928 tarihli anlaşma, 1929 tarihli Nil anlaşması gibi anlaşmalar ön kullanıma üstünlük veren kayıtlar içermektedir. Benzer şekilde 1953‘te yapılan anlaşmada Suriye Yarmuk havzasındaki ön kullanım üstünlüğüne dayanan hakları 8. madde ile garanti altına alınmıştır. Türkiye’nin Fırat ve Dicle’nin kullanımına ilişkin ön kullanım haklarını ileri sürdüğü durumda, aşağı kıyıdaş olan Irak içinde bulunulan bilimsel gelişmeler, suya duyulan ihtiyacın artması ve çeşitlenmesi sebebiyle Türkiye’nin ön kullanım haklarına karşı çıkmaktadır.

Son olarak dördüncü temel yaklaşım ise Türkiye’nin de benimsediği “adil kullanım veya hakça kullanım” yaklaşımıdır. Temel olarak bu yaklaşımların amacı kıyıdaş devletlerin nufüs, sosyal ve ekonomik durumlarını dikkate alarak her birine azami fayda sağlayacak müşterek bir kullanım tesis etmektir. Uygulamada aşağı kıyıdaş devletlerin sıklıkla zarara uğradıkları gerekçesiyle yukarı kıyıdaş devletler aleyhine adil olmayan, hakça olmayan kullanım iddialarında bulunduğu görülmektedir. Fakat bu yaklaşım “mutlak egemenlik”teki yukarı kıyıdaş devletin öncelikli kullanımı ya da “doğal bütünlük”teki aşağı kıyıdaşın rızasının zorunlu olduğu halleri ortadan kaldırarak son yıllarda anlaşmalarda kullanılan en yaygın yöntem olarak dikkat çekmektedir.

- Fırat ve Dicle’nin kullanımına ilişkin Uluslararası Hukuk

Türkiye’nin Fırat ve Dicle’nin kullanımına ilişkin tutumu genel olarak suların hakça, akılcı ve etkin kullanımı şeklindedir. Fırat ve Dicle nehirlerinde Türkiye için vazgeçilmez bir koşul olan ‘iki nehir tek havza ilkesi’ gereği bu iki nehrin tek bir nehir halinde denize döküldüğünün Irak ve Suriye bakımından kabulüne yöneliktir. Ancak Suriye ve Irak, kendi çıkarları doğrultusunda Fırat ve Dicle’nin ayrı ayrı ele alınması gerektiğini iddia edip, sınıraşan bu suların “uluslararası sular” olduğunu dile getirmektedir. Türkiye’nin hakça ve makul bölüşüm teklifine ise Irak ve Suriye’nin matematiksel bir bölüşüme gitme talepleriyle karşılık verdiği görülmektedir.

Türkiye aşağı kıyıdaş ülkelere ‘önemli zarar vermeme’ ve ‘suyun faydalarının paylaşımı’ ilkelerinin gözetilmesi kapsamında 1987 yılında Suriye ile yapılan dostluk protokolünde Fırat’tan saniyede 500 metreküp su bırakmayı kabul etmiş olup bu miktarı da günümüze kadar sağlamıştır. Aralık 2009 tarihinde Şam’da Türkiye ile Suriye arasında Suriye’nin Dicle nehrinden sulama amaçlı su çekimine ilişkin mutabakat zaptı imzalamış ve kuraklıkla mücadele ve su kaynaklarının Suriye tarafından daha etkin kullanımına ilişkin kararlar alınmıştır. Suyu daha etkin kullanma becerisinde bir gelişme gösteremeyen Suriye’nin Türkiye’den daha fazla su bırakmasını istemesi meşru bir talep olarak görünmemektedir.

Öte yandan Irak da Türkiye’den sürekli daha fazla su talep etmektir. Ülkemizin Fırat Nehri’nden olduğu gibi, Dicle Nehri’nden de kesin bir miktarda veya oranda su bırakmasını sağlayacak bir anlaşma talep eden Irak, GAP kapsamındaki projelerin aleyhine uluslararası kamuoyuna beyanatlarda bulunmaktadır. Dahası, su yönetimi, su kaynaklarının kirletilmesi ve sulamada aşırı su kaybı gibi problemlerle uğraşan Irak, Türkiye’nin az su bıraktığı iddiasıyla bu tür problemlerin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Nitekim 15 Ekim 2009’da Bağdat’ta imzalanan ‘Su Alanında Mutabakat Zaptı’nda Irak’ın su alt yapısının teknik yetersizlikleri ve iyileştirilmesi gerektiği karara bağlanarak su sorununun Irak’ın teknik imkan ve kabiliyetlerinden kaynaklandığı kendi ifadeleriyle metne yansımıştır.

Görüleceği üzere uluslararası hukukta sınır aşan ya da uluslararası sulara ilişkin olarak bağlayıcı bir temel metin bulunmadığı gibi gerek evrensel gereksel bölgesel olarak teamül seviyesinde “istikrar kazanmış” ve “hukuki itibar” elde etmiş yapılageliş kuralı bulunmamaktadır. Bu sebeple devletler anlaşmalar ve mutabakatlar yoluyla ve özel koşulları içinde problemlerini çözülmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin tavrı uluslararası hukuka uygun olarak işbirliği ve mutabakati önceleyen bir tutum olarak öne çıkmaktadır. Irak ve Suriye’nin Türkiye’ye yönelttiği iddialar ise herhangi bir sözleşmesel veyahut başka bir hukuki nedene dayanmamaktadır. Nitekim söz konusu komşularımızın suları kullanmadaki teknik ve altyapıdan kaynaklanan sorunlarını çözmeden Fırat ve Dicle’nin etkili bir biçimde kullanılması mümkün değildir.

Gündem Haberleri

SHOW TV'nin beğenilen dizisi 'Deha'ya program durdurma cezası
Bergama'da Kıyamet Beklentisi: Gerçek mi, Efsane mi?
Belediyelerin ödenmeyen borçları bütçelerinden kesilecek
Çarptığı tilki tampona sıkıştı
Afyon'dan kaymaklı Dubai çikolatası