Yıl 1999. Bir yıldır çömez bir mühendis olarak sanayide çalışıyorum. Maaşım 70 milyon lira o zamanın parasıyla. Konya’da bildiğim kadarıyla iki süpermarket var birisi Nalçacı’daki Adese diğeri de yakın zamanda açılmış olan Afra… Nişanlıyım, asker yolu bekliyorum. 70 milyon fena para değil. Hem kendi harçlığım çıkıyor hem de çeyizlerimi tamamlaması için anneme veriyorum az biraz.
Kayınvalidemlerin evi Afra’nın tam karşısında. Sık sık yemeğe davet ediyorlar bizi. Eh, eli boş gitmek olmaz tabii. İş çıkışı önce Afra’ya uğruyor, hediyelik bir şeylere bakıyor, ufak tefek cam kase, yapay çiçek, meyve gibi şeyler alıp götürüyorum giderken.
Şimdikiler için basit, sıradan ve belki de anlatılmaya değmeyecek şeyler bunlar… Lakin çok uzun bir zaman geçmemiş olsa da üzerinden, şartlar, imkanlar o kadar farklı ki şimdikine göre.Her istediğinizi bulabileceğiniz, adım attığınız yerde hediyelik eşya, sebze-meyve, ıvır-zıvır aklınıza ne gelirse bulabileceğiniz zamanlardan değil.
O yüzden bu iki market devrim gibi bir şeydi Konya için. Açılış tarihlerini tam olarak hatırlamasam da sanırım 90’lı yılların başındaydı. Biz yürüyen merdiveni ilk Adese’ de gördük de çoğu insan ya korkusundan binemiyor ya da gençler “Anaaa ne güzelmiş bu” diyerek defalarca bir tarafından binip diğer tarafından iniyordu. Hacı teyzeler de binseler bir türlü binmeseler bir türlü. Onca merdiveni çıkma zahmeti… Düşünüp taşınıyorlar; en sonunda ya hacı amcaların ya da genç torunlarının kolundan sımsıkı tutunarak -gözlerini kapatıp, kelime-i şahadet getirerek “Yürüyen mi koşan mı adı her neyse binelim bakalım şu garip şeye” diyorlardı.
Konumuz neydi nerelere geldik. Neyse efendim.
O dönemde fotoğraf çekmek de şimdiki gibi basit ve sıradan bir iş değildi. 12’lik,24’lük, 36’lık filmler alırdınız. Fotoğraf makinenize takar, çekim yapmak için özel bir günün gelmesini beklerdiniz.
Şimdiki gibi değildi hiçbir şey. Törendeymiş hissiyle geçilir makinenin karşısına, ciddi bir edayla poz verilirdi. Diğer tarftan da “yanmaz bu poz inşaallah, gözüm kapanmamıştır inşallah” denilerek iç geçirilir; belki 6 ay, belki 1 yıl o pozlar dolana kadar beklenilirdi. Öyle aynı pozdan, şimdiki gibi,onlarca çekme gibi âdetler de yoktu. Poz bittikten- belki- yine günler ve aylar sonrası fotoğrafçıya banyo yaptırmaya verilir, artık ne çıkarsa bahta, gelecek olan fotoğraflar heyecanla beklenilirdi.
Fotoğraf ve fotoğrafçılığın geçmişiyle alakalı ayrı bir yazı dizisi hazırlayabilirler bu işin pirleri, ama benim çocukluk ve gençliğimden zihnimde kalanlar bunlar efendim.
Nihayet geleceğim konumuza.
İşte ben yine kayınvalideme gideceğim günlerin birinde arkadaşımla Afra’ya uğrayıp bir şeyler alacaktım. Üst katta elektronik eşyaların camlı dolaplarda muhafaza edildiği küçük bir bölüm vardı. Yanından geçerken birden gözüm takıldı. Kamera… Hem de 2 tane. Aman Allah’ım. Şimdiye kadar hiç yakından görmemiştim. S… marka, büyükçe… Yan yana koymuşlar; biri 480 milyon diğeri 510 milyon… Elime alıp dokunmak istiyorum, görevliye sesleneyim diyorum. Ama hadi düşürürsem, hadi yanlış bir yerine dokunup da bozarsam. Yok, yok camdan seyredeyim. O anki heyecanımla atan kalbimin sesi şu an size yazarken bile hala kulaklarımda yankılanıyor. Neyse efendim şimdi hatırlamadığım bir şey aldım elime hızlıca gittim yemeğe. Aklım hep orada ama. Gözümün önünden gitmiyor kameralar. Bu güne kadar babamın Zenit fotoğraf makinesi hariç hiçbir kameraya dokunmadım ki ben. O da çok değerli. Dolabın en üst kısmına koyulur, çok özel zamanlarda sadece 1 ya da 2 poz çekinmek için gün yüzüne çıkartılır.
Sanırım o gün kimseye bahsetmedim bundan. Ama içim kıpır kıpır. Keşke her gün Nermin Annem bizi yemeğe çağırsa da, markete uğrayıp şu kameraları tekrar bir görsem. Birkaç hafta boyunca 2-3 kez daha görme imkânı buldum kameraları. Ve pek tabii ki vitrin camı dışından. Bu böyle olmayacak. Babama açtım konuyu. Baba beni uyku tutmuyor. Afra’da kamera satılmaya başlamış ,taksitle hem de. Düşünebiliyor musun, sen konuşacaksın, elin kolun kıpırdayacak ben de seni çekeceğim. Hem hareketlerin hem de sesin kayda alınacak. Lütfen baba, ben çok istiyorum. Ne olursun baba. Maaşımla öderim ben. Kızım çok para. Kaç ayda ödeyeceksin.
Yalvarıp yakarmalarla birkaç hafta da öyle geçti. Hadi satılırsa diye içim içimi yiyor. Düğün yaklaşmış alınması gereken çok daha mühim ev eşyaları dururken benim aklım sadece kamerada. Kar kış bir taraftan. Bir gün ısrarlarıma dayanamayan Muammer Babam “Tamam dünür, hadi gidip bakalım şu kameraya” deyince havalara uçtum. Hızlıca giyindim. Gittik markete. Bana kıyamayan Muammer Babam(hâlâ da öyledir.) “Alalım dünür, çocuk istiyor” deyince ben sevinçten ne yapacağımı şaşırdım o an. Görevliye seslenip de -o haftalardır aramıza giren camdan soğuk kafesinden çıkartılan- kameraya dokunduğumdaki halimi siz düşünün. Ama şimdi bir problem daha vardı. Ben 510 milyon lira olanını istiyorum babam ne gerek var diyor. Haklı aslında. Şu an hatırlamadığım ve benim aslında hiç de kullanmayacağım bir özelliği için 30 milyon daha fazla ödeyerek onu almak istiyorum. Epeyce düşündükten sonra ucuz olanını taksitle alıp yarı kırgın olsam da yerimde duramadığım bir sevinçle eve dönüyoruz.
Dünya benim olmuştu sanki. Artık anlarda tekrar tekrar yaşayabilecektim. Mutluluktan uçuyordum. Sesler, hareketler, mimikler her şey ama her şey kayda geçecek ve ben istediğim her an dönüp dönüp izleyecektim. Çok kıymetlimdi kameram benim. Kardeşim, ancak izin alarak, dokunuyor, kısacık çekimler yapıyor. Ben eve gelen misafirleri çay içerlerken, sohbet ederlerken çekiyorum. Benim dışımda kimse dokunamazdı, sonuçta elektronik , hassas cihaz canım...Beni 20’li yaşlarında olup şu anda okuyanlardan abarttığımı düşünen, hadi canım sen de bu kadar da olmaz ki diyenler vardır. Emin olun o kadar… Ucuz değil ki; birkaç tane beyaz eşya alınabilinirdi opar ayla. Parasını boş verin, beyaz eşya bozulursa belki yerine yenisi alınabilir ama bunun mümkünatı yok… Kıymetlim o benim.
Artık benim de dolabın en üstünde sakladığım çok değerli bir çekim aletim vardı, sadece kendimin ve kardeşimin kullandığı.
Eşim( o günkü nişanlım) askerden geldi baharla birlikte ve düğün hazırlıkları hızlandı. Nişan yeri ayarlandı. Yalnızca hanımların katılacağı bir tören. Ben ânı kaydetmek istiyorum. Ama gelin olan kişi benim. Hanım hanımcık gelin masasında oturmak zorundayım. Kime güvenip teslim edebilirim… Bir düşüneyim. Tamam, arkadaşım N… olur bak. Ona güvenebilirim. N… ile anlaşıyoruz, tarif ediyorum kullanmasını. Hiç kimseye vermemesini sıkı sıkı tembihliyorum. Nişan günü gelip çatıyor, misafirler yerlerini almış, orkestra çalıyor falan filan ama N… yok ortada, nerede bilmiyorum. Çekim yapacaktı ya hani. Yok. Cep telefonu filan da yok- o zamanlar- bizde. Aradan epey zaman geçiyor N..’nin annesi, kardeşi de geliyor törene. N’... nin bebeği çok hasta gelemedi Serpil’ciğim diyorlar. Olamaz, benim için tam bir yıkım. Nişan törenimden çok, törenin kayda geçmesiydi benim için önemli olan… Saçma demeyin lütfen, değil. Çünkü aradan bunca yıl geçtikten sonra, zihnimde kalan, sadece çektirilen o birkaç poz nişan fotoğraflarından başka bir şey değil . Çünkü hareketsiz ve sessiz de olsa o andan bugüne kalan yalnızca onlar.
Yazıma koyduğum başlığı şimdi anladınız sanırım “Anı biriktirmek mi, Ânı biriktirmek mi?” bana kalırsa cevabım kesinlikle ânı biriktirmek. Anılar bir süre sonra yavaş yavaş silikleşiyor zihinde, zamanla unutulup gidiyor belki de. Ama yakalanan anlar; siz onları unutsanız bile varlıklarıyla her an hatırlatıyorlar size kendilerini.
Hem bir de “ ânı yakalamak” diye bir deyim de var değil mi. Kimi anlar vardır, çok özel, diğerlerinden çok faklı, tek bir andır, o an. Lakin bir dünya şeyi anlatır size, o tek bir an. Belki yüzlerce sayfa yazıyla, ya da tarifle anlatamayacağınız kadar çok şeyi ihtiva eder bünyesinde. Acısıyla, tatlısıyla, savaşıyla, barışıyla…
İşte budur benim için ânı biriktirmenin değeri. O yüzden de fotoğraf ve kamera çekimi çok önemlidir hayatımda. Her ne kadar dostlarım “Bırak elindeki kamerayı, şu anın tadını çıkar” deseler de; benim anladığım açıdan, ânın tadını çıkarmak, onu sonsuzlaştırmakla oluyor. Onlarca fotoğraf çeksem de, kayıt yapsam da bıkmıyorum, sıkılmıyorum bu yüzden.
Sakın yanlış anlaşılmasın ne facebook ne de instagram sayfam yok benim. Bu güne kadar (gazetede kullanmak zorunda kaldıklarım hariç.) paylaştığım tek bir kare fotoğrafım da yok, ailem ve yakın dostlarım haricinde. Ben kendi ânımı, kendim ve sevdiklerim için biriktiriyorum, başkalarına sunmak için değil.
Bu arada hiç dedem olmadı benim. Anneanne ve babaannemi de hayal-meyal hatırlarım. Şimdi çocuklarımın dedeleri, anneanne ve babaanneleri ile ilişkilerine bakıyorum, hayatımda ne büyük bir -eksik kalan- parçam olduğunu seziyorum. Keşke birkaç dakikacık da olsa seslerini duyabilseydim. Hadi o olmadı, bari fotoğraflarından onlarla tanışabilseydim… Sadece rüyalarımda tanıştığım halleriyle biliyorum ben onları, belki gerçek, belki değil.
Benim için ânı biriktirmek, çok ama çok önemli; hem şimdi, hem de gelecekteki torunlarım için…
Selametle, ihsanla kalınız.