Tasavvuf ıstılahında kullanılan “fakr” sözcüğü, ferdin mal bakımından yoksul olması değil, her hususta kişinin kendisini Allah’a muhtaç hissetmesi anlamındadır.
İslam hiçbir zaman yoksulluğu tebcil etmemiştir. Maddi ve manevi yoksulluk her türlü kötülüğün yeşermesine mümbit bir ortam hazırlar. Fakirliği öven ne Allah’ın kitabında bir âyet ve ne de Hz. Peygamberin sahih sünnetinde bir hadis vardır. Dünyada zühdü övme konusunda vârid olan rivayetlerden, hiçbir zaman maddi anlamdaki fakirliği övme kastedilmez. Çünkü züht anlam bakımından mülkiyeti gerektirir. Gerçek zâhid, dünyalığı elinde bulundurmasına rağmen onu kalbine sokmayandır. İşte gerçek “fakr”lık hali de budur.
İnsan bencilliği bırakmalı, Allah’a rağmenliği besleyebilecek her türlü enâniyet duygusundan gönlünü arındırmalıdır. Nitekim Hz. Mevlana, Mesnevî adlı eserinde “deniz-gemi” metaforuyla “gani-fakr” arasındaki ilişki biçimini çok güzel yorumlar.
Hz. Mevlana’nın büyük anlatısında deniz varlığı, gemi ise, benliği ifade eder. Eğer gemi su alırsa, helak sebebidir. Geminin altındaki su ise, geminin yürüme sebebidir. Dolayısıyla mal-mülk gibi şeylerle gönül gemisi doldurulursa, kişi Allah’tan müstağni olma gibi bir duruma düşebilir. Eğer mal, mülk, saltanat, ilim, servet vb. gibi hususlar insanı Allah’ı hatırlatmak yerine ondan uzaklaştırıyorsa, Mevlâna böyle kimselere mahıv ve fakır’lık bilgisinin gerekli olduğunu söyler. Bu manada insan, yoksulluğu bir zihniyet haline getirirse, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur. Bütün bir dünya onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.
Bundan dolayı gerçek kulluğa ulaşmada Hz. Mevlâna’nın en büyük isteği; özgürleşmek ve özgürleştirmektir. O’nun:“Oğul; bağını kopar ve kurtul. Ne zamana kadar altın ve gümüş esiri olacaksın?” sözünden bunu anlıyoruz.
Bunun için bütün gönül insanları, “insanın madde ile olan ilişkisini dengelemek için; paranın avuçta ve cepte taşınması caizdir, ama kalbde lâ yecûz/caiz değildir” bakış açısına sahip olmuşlardır.
Bir insanın kalbine servet egemen olduğu zaman, insan onun emrine girer ve hevâsının yönetim ve denetimi altında yürür, eşyanın tutsağı haline gelir. Bunun aksine, eşyaya egemen olan kimse ise, manevi özgürlüğünü elde eder ve eşyaya hükmeder. Böylece Yüce Allah’ın el-Ganî oluşu karşısında “hiç”liğini kavrar ve asla tuğyanları oynamaz. Çünkü eşyanın kulu-kölesi olmuş bir cimrinin Allah yolunda ihtiyaç sahiplerini görüp-gözetmesi zordur.
Mal-mülk sevgisi kalbe hükmederse, o kalb katılaşır. Kalpleri katılaşmış insanlar aynı zamanda müstekbir ruhlu hasta insanlardır. Onlar, psikolojik açıdan kendilerini asla rahat hissetmezler. Gönüllerine Allah hâkim olmadığı için açtırlar. Açgözlülük onların ruhlarına işlemiştir. Bu sebeple, nefsanî hazların peşinden umutsuzca koştukça koşarlar. Gönlü Allah’tan kopuk insanlar, ne kadar varlık içerisinde yüzerlerse yüzsünler, doymazlar.
Gönüller ancak her an Allah’a karşı sorumluluklarının farkında olan insanların fazilet mücadelesi yolundaki eylemleriyle huzur bulur. Bundan dolayı Resul-i Ekrem Efendimiz içinde sıkıntı olan bir Müslüman’a “git bir yoksulun başını okşa” buyurmuşlardır. Bundan amaç, onun ihtiyaçları nedir? Odun mudur, kömür müdür, ilaç mıdır, ev midir, arsa mıdır, sevgi midir, iman mıdır? Her neyse, onları gider manasınadır.
Hâsıl-ı kelam, insan, ilminde ve varlık sahibi olduğu bütün alanlarda cimrilik yapmamalıdır. “Varlık”lı olmanın gereğini yerine getiren kimseler kendinde bir varlık görmeyen kimselerdir. Böylesi kimselerin hâkim olduğu toplum yapılarında adalet, duygudaşlık, paylaşma, merhamet, şefkat dili ve eli geçerlidir. Bu değerlerin içselleştirildiği bir toplumda ise, huzur vardır, sükûn vardır, asayiş vardır.
O halde gelin el-Gani/zengin olan Allah’ın yanında “hiçliğimizi” ve acizliğimizi idrak edelim ve O’ndan başka her şeyden müstağni olalım. İşte o zaman gerçek anlamda İslam’ın onur ve şerefini temsil etmiş oluruz.
Ne mutlu gönlü zengin olanlara!..