Asırlık takıntı

Prof. Dr. Caner Arabacı

En çarpıcı tepkiyi o vermişti. Hani erkek spiker Gökhan Taşkın; başına başörtüsü bağlayarak.. “Bıktım artık bu tür haberleri vermekten, bu yasak kalkmalı” diyerek..

Bıkacak kadar vardı çünkü. Geriye doğru düşündüğünüz zaman, Türkiye’nin son on yılını fazlasıyla dolduran tartışmalar, sadece bu kadarla sınırlı değil.

 

Diyelim ki 1908’de de kadın kıyafeti, iyi tartışılmış.

İttihat ve Terakki’nin müfettişi, hem de Konya’da bir inas (kız) mektebinde kızlara, dekolte giyinmenin ilerletici özelliklerinden bahsederek “ileri gitmek istiyorsanız dekolte giyinmelisiniz”, demiş.

Batıcılık düşünce ve sömürge ideolojisinin ideologu Abdullah Cevdet, İçtihat’ında, kadınların Batılılaşabilmek için başlarını açmalarının gerekli olduğunu hem de 1911’de programına almış.

 

1932’de devlet büyüklerinin de bulunduğu bir halk yürüyüşünde bir genç kadın, başından örtüsünü ayaklar altına alarak çiğnemiş.

1934’teki uygulama ise evlere şenlik niteliğinde.

 

Mahallî idareler, kadın kıyafetlerinin takipçiliğine soyunmuş.. Şarbaylar (belediye başkanları) oluşturdukları ekiplerle, toplumu kontrol ederek istenmeyen tipte giyinenlere ağır para cezaları kesmişler. Bu “evlere şenlik” uygulamadan birkaç gelişmeye yakından bakmak ibretlik durumu daha iyi ortaya koyacaktır. Haberler dönemin resmî bir yayın organından alınmıştır:

1 Eylül 1935 tarihinde; “Aksaray’da çarşaf, peçe ve evlerdeki kafeslerin kaldırılması hakkındaki şar kurulunun onayladığı kararların müddeti bitti. Bugünden itibaren tatbikata başlandı.”

 

Aynı konuyu tamamlayan 5 Eylül 1935 tarihli bir başka haberde ise şunlar bulunmaktadır: “Kadınlara peçe ve çarşaf için belediyenin verdiği mühlet bittiğinden, peçe kalkmış çarşaf da yerini mantoya bırakmıştır.” (Ayın Tarihi, İç İşler Bakanlığı Basın Genel Direktörlüğü yayını, No.22, I.Teşrin 1935, Ankara, s.1-2)

Valâ Nurettin (Vâ-Nû) 1 Mayıs 1937 tarihli yazısında (Haber) anlatır. Ordulu kadınların evvelce, “kahir ekseriyeti” örtülüdür. Çarşaf yasağı üzerine Ordulu kadınlar, çarşaf giyemezler. Ama kendilerine göre bir başka örtünme şekli geliştirirler: “Karadeniz havalisinde kadınlarımız, çarşaf yasağı üzerine maalesef daha çirkin bir kılığa rağbet etmişlerdi. Bellerine bir havlu, başlarına bir havlu, sadece tek gözleri meydanda sokağa uğruyorlardı.. Bu manzara fenamıza gidiyordu.” Fena manzara ve görünüş, Valinin de dikkatini çekmektedir. Yayınladığı bir emirle, bütün örtünme çeşitlerini yasaklar ve yasağın son tarihi olarak da 23 Nisan 1937’yi açıklar. Bu arada bazı tedbirleri almayı da ihmal etmez: “artık ondan sonra çarşaf, peçe, peştamal yahut havlu ile sokakta görünenden 5 ilâ 25 lira para cezası alınacak. Bir kadın zabıta memuru, “mesture” vatandaşı derhal açacak.” Tedbir bu kadar değildir. Ordu’daki okumuşlar 43 gruba ayrılarak, “Vali B. Baran’ın çizdiği plân mucibince, bütün köylere dağılmışlar, mitingler tertip etmişlerdir.”

 

Vâ-Nû, davetli olarak geldiği Ordu’da 23 Nisan günü gördüklerini anlatır: “Ordulu kadınların bir gün zarfında, büyük bir inkılâpçılık göstererek açıldıklarını hayranlıkla gördüm. Ordu Vilâyeti’nde cidden bir mucize olmuştur.”

“Gönül rızası ile” Ordulu kadınların açılışı, “bizim milletteki inkılâp aşkına” bu yazarı hayran bırakmıştır. On kadar kadın başları tamamıyla açık olarak yanlarına gelip ellerini sıkar. “Başları tamamıyla açık bayanlar, saçlarının güzel renklerini ziyada ışıldatarak sokakta ve binalar dahilinde” heyete eşlik ederler. “Bunlar memur değil, yerli bayanlar”dır. Bundan sonra yapılması gereken şudur:

 

“Ordu Vilâyetinin inkılâp numunesi bütün vilâyetlerimizce taklit edilmelidir. Oranın açılmış Türk kadınını gördükten sonra, diğer vilâyetlerde peştamallılara rastlamak insanın cidden hem fenasına, hem garibine gidiyor.” (Ayın Tarihi, 42/558, Haziran 1937, Ankara).

Tabi halkın günlük hayatını kolaylaştırmak, bayındırlık başta olmak üzere insanlara hizmet üretmekle yükümlü olan belediyelerin kıyafet zabıtasına dönüşüvermesi, merkeze yönelecek tepkileri mahallinde eritmeye dönük bir tedbirdir. Onun için Konya’da çok sevilip-sayılan Veyis Efendi’nin, Hacıveyiszâde’nin takke ve cübbesi ile yerel zaptiye öncelikle uğraşmış..

Hatice Babacan’larla üniversite hayatında öne çıkan gelişmeler, 68 Kuşağı döneminin maceralarıdır.

 

Evren Paşa’nın çıkışını, herkes işine baksın kabilinden bir geçiştirme ile kıyafet tartışmasını başka alanlarda gelişmelere çeken Özal’ın çabası, Yüksek Öğretim Kanununa eklenilen 17.madde ile çözülmeye çalışılmış. Ama ne mümkün.. Periyodik azma ve tansiyon yükseltmeler 1987’den 1997 Şubatı’na sıçrayıvermiş.. Katsayı elçabukluğu ile birlikte, taşralı üniversite yönetimlerinin “vazife-i asliye” mahiyetinde bir temellendirmede işe koşulmaları bundan sonradır.

 

Sonuç malûm. Binlerce gönül kırgınlığı, disiplin soruşturması, okuldan atmalar, bırakmalar, gözyaşları, yürüyüş, tepki toplantıları, açıklamalar, demeçler..demeçler..

Geriye dönüp, yüz yılımıza baktığımızda bu kemikleşen kutuplaşma ile kadın kıyafeti üstünden süren tartışmalardan ne kazandığımız, artık sorulmalıdır. Hakikaten ne kazandık yüz yıllık tartışma ve kavgaların sonunda? Ne kaybettik, sorusunu sakın sormayın. Çünkü o dehşetli bir hesabın önünüze dökülmesi gibi ürküntü verici bir birikinti ile sizi yüz yüze getirecektir. Kırılan kalplerin, incitilen yüreklerin hesabını, ne tahmin etmek ne de maddî değerle ölçmek mümkündür.

 

En iyisi, yüz yıllık tartışmanın getirilerini sorgulamaktır. Kazancı sorgulamaktır. Kazanç çok ise, bir yüz yıl daha devam etme zekâsını elbirliğiyle gösterelim. Dünyanın, hele model alınan Avrupa’nın, anlamakta güçlük çektiği tartışmalara, bir yüz yılı daha feda edelim.

Yüz yıl önce dekolte giyimin ilerilik getireceği kehanetini kızlara açıklayan müfettişin, kemikleri kaldı ise sızlıyordur her halde.. Kadın kıyafeti ile uğraşmak, atom silahını elde etmeyi sağlamamıştır çünkü. Belediye zabıtası ile kadın kıyafetlerini kontrol, uçaklarımızı-tanklarımızı, dün kurulan İsrail’e modernize ettirme utancından bizi kurtaramamıştır. Petrol işini yabancı şirketlere havale etme sıkıntısından sıyrılmamız mümkün olmuş mudur?

 

Ama kadın kıyafetiyle uğraşmanın yararları da olmuştur. Diyelim ki, İstanbul’u işgal eden Fransızları, evinde partiler düzenleyip, kız ve karıları ile dans partilerine davet edecek kadar asrileşmiş zengin-okumuşlarımız artmıştır. Aynı şekilde, Anadolu insanı canını dişine takmış mücadele ederken, İngiliz subaylarını ağırlayan ‘kavm-i necîb’ hayranları çoğalmıştır. Bunlar çok ileri görüşlüdürler. Bizim kendimizi idare edemeyeceğimizi anlayacak, Amerika mandasını, İngiliz yönetimini, Fransız kanadı altında yaşamamız gerektiğini kavrayacak kadar ileri görüşlü mankurtlardır. Onları yetiştirmeyi becermişizdir..

 

Bunların varlığı, işgalci işbirlikçisi Ermeni, Rum çeteleri, komitacıları kadar emperyalistler lehinedir yalnız. Aslında işin bu yönünden bakıldığı zaman günümüzde değişen bir şey yoktur. Vatanı fiilen işgal edenlere, kendi öz mahremiyetlerini peşkeş çekenlerle; ülkeyi işgal için çabalayanlarla bir olup, milletinin kültürel değerlerine savaş açanların çalışmaları aynı değil midir? İkisi de işgalciye hizmet, işgalcinin işini kolaylaştırmak değil midir?

Kara Fatma’ların, Elif Bacı’ların, Ayşe’lerin, Emine’lerin mutluluğunu nasıl sağlayacağına değil de onların tercihlerini nasıl tersine çevireceğine kafa yoranların, çabaları kime hizmettir? Toplumsal bölünmenin yararı bize olmadığına göre kimedir?

 

Yüz yıllık çabada pozisyon, işgalcilerin üniformasını giyerek onların emirlerini yerini getirmeye çabalayan azınlık kökenli memurların tavrından bir santim ileri midir? Hani Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nda İlhan Selçuk anlatır. Şehir hatları vapurlarında, genç sivil giyinmiş rütbeli şahıslar, en dip köşelere oturmaktadırlar. Çünkü kadın çığlıkları onları rahatsız etmektedir. Müdahale edememe utancından böyle davranmaktadırlar. Çünkü Ermeni, Rum memurlar, İngiliz, Fransız üniformasının içinde Türk kadınının örtüsünü yırtmakta, onları zorla ‘medenileştirmeye’ çalışmaktadır. Selahattin, bu çığlıkları duymamak, bu çığlıkların bir daha atılmamasını sağlamak üzere her tehlikeyi göze alarak Millî Mücadele’ye katılır. Yunan işgalinden önce, Bursa’daki çalışmaları da yerli işbirlikçilerin yok edilmesi ile ilgilidir.

 

Halbuki asıl yerli işbirlikçiliği; zihinlerde, yüreklerde kurulmuştur.. Fiilî mücadelede düşmanını görenler, kültürel mücadelede düşmanları adına kendisini sömürü insanı derekesine düşürenlerin yaptıklarının kimin işine yaradığını bir türlü görmemektedirler.

Artık yüz yıllık beyhude zaman kaybına, kültür emperyalizmi adına cellâtlığa, faydasız tartışmaların devamına bir son verme zamanı gelmemiş midir?

Meclisin kararından sonra, ümit ederiz bir daha bu tür enerji yutucu, toplumu birbirine düşürücü konulara girmek zorunda kalmayız.