Her şeyden önce kendi adıma şu tespiti bir yapayım. Ayasofya’nın ibadete açılması konusunu, hemen yanı başındaki Sultanahmet Cami üzerinden değerlendirenlerin, meseleyi ya gerçekten saf olup anlamadıklarına ya da anladıkları halde salağa yattıklarına inanıyorum. Salağa yatanların da içinde de, esasen bu kitleden olmayıp renk değiştirerek araya karışanların olduğunu da unutmayalım.
Bu ikinci kesim daha bir şedit. Delikanlıca çıkıp “yav kardeşim bizim özü itibariyle İstanbul’u vatan edinmemiz de yanlış diyemedikleri için, söyleminde masumiyet olduğu varsayılan, yanı başında Sultanahmet cami varken ne gerek var canımcılık yaparak hem araya karışıyor hem de araya laf karıştırıyor. Oysa aynı şekilde Sultanahmet Cami de hemen yanı başında Ayasofya, cami olarak hizmet verirken, 1616 yılında 1. Ahmet tarafından yaptırılmıştır. Üstelik o tarihlerde İstanbul’un nüfusu sadece 500 bin civarında.
Ben, 24 Kasım 1934 yılında, tam 481 yıl cami olarak ibadete açık olan bir mekânın müzeye dönüştürülmesinin, kısmen konjönktürel ama esasen haddi aşan bir davranış olduğuna inanıyorum. Zira Türkiye Cumhuriyeti, bakiyesi olduğu devletin rejimini dahi değiştirmiş olsa, o müktesebatın, ancak devamıdır.
Ve bugün, kucağımıza müze olarak bırakılan Ayasofya, özü itibariyle bize, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurucu siyasi iradesinin değil, selefi Osmanlı Devleti ile onun İstanbul’u fetheden fatihi, Fatih Sultan Mehmet’in emanetidir. Öyle olunca emanetin asıl devir tutanağında ne yazıyor idiyse, aslına irca etmenin hakikati de odur.
Rivayet o ki, emanetin asıl sahibinin bıraktığı senette, Ayasofya, İstanbul’u fethetmenin nişanesi ve sembolü olarak kiliseden camiye dönüştürülmüş ve cami olarak kalması kararlaştırılmıştır diye yazıyor. Şimdi, İstanbul’un fethi ile Ayasofya’nın cami olarak kalması sembolik bir karındaşlığa sahipse, açılması demek, İstanbul’un yalnızlığının giderilmesi, 1934 yılında şu veya bu sebeple müzeye dönüştürülmesine bel bağlamış bizansistlerin, kökten umutlarını yok etmek ve hesaplarını alt üst etmek demektir.
Şimdi, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması çabasını iç siyasi mülahazalarla değerlendirip bir seçim yatırımı olarak okumak, yukarıda zikredilen yanlış okumanın eksik parçasını tamamlamak demektir. Tabii ki siyasi irade, bundan hâsıl olacak sosyolojik coşkuya talip olacak ve tabii ki bu coşkunun sandıkta kendi lehine yansıması için çaba harcayacak. Fakat bu konu, bu işin sebebi değil, olması muhtemel birçok sonuçlarından birisidir ve hem iktidardaki siyasi irade, hem de ona destek veren parti açısından bu hamle, ancak yeni katılımdan çok mevcudun muhkematı anlamına gelebilir.
Oysa burada iç siyaseti aşan daha esaslı bir beklenti var ki, o beklenti Yunanistan başta olmak üzere tüm AB ülkelerini sallayacak güçte bir sarsıntı. Yunanistan ve onun kışkırtmasıyla kimi AB ülkeleri eğer Ayasofya'nın ibadete açılması gerçekleşirse, muhtemelen AB ülkeleri coğrafyasında bulunan camilerle ilgili agresif bir karar ve orada yaşayan Müslümanları huzursuz eden bir tutum içine girecekler.
İşte bu, Avrupa'nın kaynaması için yetip artacaktır bile. Böyle bir uygulamaya Avrupa siyasetinin sağduyulu davranıp girmediğini bile varsaysak, içerideki kimi dindar Hıristiyan ve İslam düşmanı faşist kesimler, hükümetlerini zorlayacaklardır. Anlayacağınız her halükarda bu açılış sonrası özellikle Yunanistan üzerinden köpürtülen bir patoloji ve patolojinin ürettiği kaos Avrupa'yı beklemektedir.
Eğer Avrupa tüm bunları zaten hesap eder ve içeride huzuru kaçırma potansiyeli taşıyan bu tuzağa düşmez diyorsanız, çok doğru diyorsunuz, o zaman da 86 yıl sonra zincirlerin kırılıp, Ayasofya'nın açıldığını hep beraber kutlarız. İçimizdeki bizansistlere rağmen.