Sırçalı Medresenin önünden yürüyordum. İşim olmasına rağmen yine o güzel revakların büyüsüne kapılıp oyalandım. Kilitli olan kapının parmaklıklarından bir süre içeri baktım. Arkamdaki mahalle artık Suriyeli mültecilerin yerleşkesi olmuş dükkânlardaki Arapça levhalarla başka bir diyardaymış hissi uyandırıyor birkaç yıl öncesinden daha harap gözüküyordu. Bu bile tek başına geri dönüp iç açıcı çinileri ile meşhur medrese avlusunu seyrederek ferahlama ihtiyacı yaratıyordu.
Rus tarihçi V. Gordlevski’nin bile öve öve bitiremediği Türkiye Selçuklularının eğitim, ilim, bilim, sanat, mimari ve kültürel alanda açtıkları çığır sadece bizim için değil dünya tarihi açısından da önemliydi. Ama medresenin kurtarabildiğimiz kadar görkemi bile günümüzdeki manzaraları çok geride bırakılıyordu. Biz neleri ihmal ettikte buralara kadar düştük efkârı içindeyken yağmur başladı.
Rampalıya doğru gidip vitray malzemesi almam gerektiğini hatırlayarak yukarı doğru yürüdüm. Ama tam Arapoğlu makasına çıkacakken yağış şiddetlendi. Hemen bir yere girmezsem sırılsıklam olacaktım. O anda Kadı Mürsel Caminin sarmaşık güllerle bezeli şirin bahçesini gördüm. Ama kapı diğer yanda ve uzaktı birkaç öğrencinin bu taraftaki şadırvan şemsiyesi altına sığınmış bir kaçının da aşağı doğru inen bir merdivene yöneldiğini gördüm. Hiç düşünmeden orayı gözüme kestirdim.
Girer girmez yaşlı bir adam sesi geldi : “Kızım kapıyı kapat !”
Belki açık bırakıldığından, orada kapı olduğunun bile farkında değildim. Yağmura karşı başıma siper ettiğim çantamı indirip geriye baktım ve kapıyı kapattım. Ancak bu kez, aynı sesten hiç beklemediğim bir tezahürat : “İşte edep! 3. Kişisin... Gel buraya seni tebrik edeceğim.”
O anda etrafıma şöyle bir baktım. Birkaç kız öğrencinin arkasına takılırken buranın bazı camilerde olduğu gibi kadınlara ayrılan bir mescit ya da olduğunu sanmış levhalara falan bakmamıştım. Oysa avludaki şadırvanın altını değerlendirmek için bodruma yapılan bir tuvaletteydim. Hem de geniş bir v harfi şeklinde iki koridorda yer alan kadın ve erkek alanları camlı veznenin olduğu yerde birleşiyor iki taraf da gözüküyordu. Beni çağıran amca da veznedardı elbette. Herkes gibi hayatımda tuvalet veznesi ile hiç konuşmamıştım. Çekinerek cama eğilip: “Buyurun amca anlayamadım” dedim.
Hemen başladı:
“Anlatacağım zaten. Senden önce üç kıza kapıyı kapat dedim. Biri duymazdan geldi gitti. Biri elim kirlenir yeni yıkadım dedi. Yukarıda şadırvan var dedim. Amann Dedi gitti. Diğeri bırak havalansın diye akıl verdi.
“4. Kişiyim o zaman...”
“Sayıya takılma, on dördüncü de olabilirsin hatırladıklarımı söylüyorum. Eskiden edep büyükler bir şey isteyince düşünmeden yapmaktı. Bir bildiği var diye inanmaktı. Burada iki taraftan cereyan yapıyor. Hele nemli havalarda...” Diye başladı ve biteceğe benzemiyordu. Ben iki tarafı da görmekten sıkılmış daha doğrusu insanlar benden rahatsız olacak diye utanmıştım ama sözü kesecek kadar bile ara bulamıyordum. Camdaki küçük pencereden gözümü ayırmıyor, bir elimi hep çantamda tutuyordum. Orada para ödemek için durduğum sanılsın diye. Bu arada amcanın Yunanistan’da başlayan işçiliği yıllarca evlatlarına para göndermek için didinişi ama gurbetten sonra ailede dışlanmışlığını dinledim. Emekli olmasına rağmen cami bakımı derneğinde iş bulup burada çalışmaya başladığından beri ise eşi ve çocukları ondan utanıyor nerede çalıştığını kimseye söylemek istemiyormuş.
O anda ortamı unutup, beyaz sakallarının ucunda sararmaya başlamış yılları gördüm. Ellerinin buruşukluklarında kim bilir hangi ağır işin ameleliğinden kalma siyah kesikler. Gözlerinde derin bir hüzün, dudağının kenarında kıvrımlara karışmış bir pervasızlık vardı. En çok o pervasızlığı sevdim. Ama bu nemli ortamda “ah şu romatizma da olmasa” yakınmasına yenik düşecek diye korktum.
Bu kez ben, yeni gelen kızlara ve diğer yandan çıkan bir delikanlıya amcadan daha sert talimat verdim : “Kapıyı kapatın! Görmüyor musunuz yağmur ve rüzgâr geliyor…”
Amca “Sadece aynaya bakmak için girmiştim” diyen gençten para almadı ama takılmadan da bırakmadı. “Ayna her zaman gerçeği söylemez ki… Bana sorsana, bir bakayım, çoook yakışıklısın hey maşallah!” Sonra bana dönüp “Bir bunlar, bir de Suriyeliler para vermek istemez. Suriyelilerle ilk başta çok didiştim. Burası Allah rızası için değil mi para olur mu diyorlardı. Ben de öyle ise ülkene yap diyordum. Ama baktım acıdım yerleri olsa yaparlar herhalde. Şimdi bunlar kapıda kalsa giremese yine gönlümüz razı olmazdı.” Diye gündeme de geçti.
Yıllardır oradaydı, belki gün yüzü görmemişti. Ama insanları girişinden, çıkışından, aynaya bakışından, musluk açısından, peçete atışından tanıyordu. Öyle tiplemeler yaptı ki çok şaşırdım. Bu da hoşuna gitti : “Mesela sen …” dedi. Merakla bekledim. “Buraya yağmurdan kaçtığın için girdin yoksa tutmazdım. Bir de beni anlayacağını hissettim. Bak işini bile sormuyorum ama insanlarla ilgilisin. Uzun süredir bu kadar konuşmuyorum ama bir daha ne zaman karşılaşacağız ki anlatayım istedim”
Ben de sizin beni anlayacağınızı hissettiğimden yazıyorum. Biliyorum gündem başka akıyor ama bir de o bodrum köşesindeki vezneden dünyaya bakmak lazım. Sadece ekranlar ve sadece aynalardan hayatı okuyamayız.
Hayırlı Cumalar