Bugün anlatacağım olay; ne bir masal ne bir avcının anlattığı kuyruklu yalan ne de; meşhur Teyo Efendi palavralarından olmayıp, tamamen gerçek bir hikâyedir. Olayın şahitleri de Allah onlara uzun ömürler versin, hala nefes alıp vermektedirler. Hatta bu şahitleri merak edenler, kısa bir aramadan sonra Seydişehir sokaklarında rastlayabilirler onlara.
Efendim, geçenlerde bir dost muhabbeti esnasında mevzuu döndü dolaştı geldi ve “bir adam bir oturuşta ne kadar bal yiyebilir?” muhabbetine odaklandı. Dostumuzun birisi; “bir oturuşta 5 kilogram bal ya da 4,5 kilogram kuru üzümü bana mısın demeden, amiyane tabiriyle bir celsede götürebilen birisini tanıdığını” anlattı bizlere. “Sakın ha, ben size bunu söylüyorum ama neme lazım adama bir yerlerde rast gelirsiniz de, o da size ufaktan bir zarf atar siz de zarfa hemen atlayıverirsiniz, sonra da eyvah demekten kendinizi alamazsınız, sakın ha!” diye bizi uyarmayı da ihmal etmedi sağ olsun.
Olayın canlı şahidi, bu hikâyeyi ballandıra ballandıra anlatsa da, insanın içinden “hadi canım sen de, ufak at da civcivler de yesin” demekten kendini alası gelmiyor. Ben de içimden öyle bir cümle kurmadım, desem yalan olur. Ancak anlatanın güvenilirliliği ve benim de onu yakından tanımam ve olayın canlı şahidi oluşu yelkenlerin suya inmesini de oldukça kolaylaştırdı.
29 yıl önce yaşanmış olmasına, eminim ki başka zamanlarda ve mekânlarda da defalarca anlatılmasına rağmen, anlatan bakımından olduğu kadar, dinleyenlerce de henüz dün yaşanmış gibi sıcak, canlı ve heyecan vericiydi olay.
Evet, yüzde yüz yerli “Seydişehir Malı” bu hikâyeyi gelin hep birlikte dinleyelim.
Henüz şekerin bal ile buluşmadığı, insanların kargadan başka kuş, arıların kara kovandan başka kovan tanımadığı, peteğin makinelerle değil bizzat arılar tarafından yapıldığı, peteklerde; arı sütünden, polene, hınca hınç doğal bal ile dolduğu zamanlardan bir zamandı.
Sene 1975. Bundan tam 36 yıl önceydi. Üniversite öğrencisiydik. Günlerden bir gün beş arkadaş, Seydişehir’e 10 kilometre uzaklıkta bulunan okuldan arkadaşımızın evine misafir olduk. Akşamleyin yedik içtik. Gece geç vakitlere kadar da muhabbet edip daha sonra yattık.
Sabah olup kalktığımızda ev sahipleri odada yoklardı. Olayın kahramanı olan arkadaş, biraz da ev sahibi arkadaşımızın içtenliğinden kaynaklanan ve latife kokan bir tavırla; “ bunların dolabında bal var mıdır ki?” diyerek dolabın kapağını açtı. Dolabın kapağını açmasıyla birlikte gözlerinin de fal taşı gibi açıldığını hep birlikte gördük. Bu hayretinin sebebini merak edip başımızı o yana doğru uzattığımızda bir de ne görelim; eskilerin “şinik tas” diye tabir ettikleri tas, ağzına kadar bal ile “üğülü” durmuyor mu? İçinde de kocaman bir tahta kaşık öylece sokulu vaziyette bekliyor. Kahramanımız avına saldıran bir aslan çevikliğinde bal tasına saldırdı. Bir kaşık, bir kaşık daha, ardından bir kaşık daha derken kaşıkların ardı arkası kesilmiyordu. Kaşıktaki petekli bal, “lüp” diye bir çırpıda mideye iniyor ardından da diğer seferlere çıkmanın sabırsızlığı yaşanıyordu. Biz, diğer arkadaşlarla birlikte son kaşığın son hamlesini sabırsızlıkla beklerken 5–10 dakika içinde koca tasın dibinin parlamaya başladığına hep birlikte şahitlik ettik. Tasın dibinde kala kala bir kibrit kutusu büyüklüğünde bir parça bal kalmıştı.
Sonrasında eline aldığı bal tasını, dolaptaki eski yerine yerleştirdi ve hiçbir şey olmamışçasına sedire geçip oturdu, ellerini de karnının üstüne koyarak ayaklarını uzatıp geriye doğru yaslandı.
Az sonra ev sahibi teyze odaya girdi. “Galktınız mı guzularım” diye gülümseyerek bize hayırlar diledi. Belli ki bizim için kahvaltı hazırlığındaydı. Ah bir bilse; bizim gibi bal canavarlarının yaptıklarını, acaba kahvaltı mı hazırlardı, yoksa sopayla kovalar mıydı merak içindeydik.
Bizim Bal Canavarı, bütün bu olanların üstüne bir de pişkin pişkin sırıtarak; “teyzeciğim sizin buralarda bal da vardır, sizin arınız falan yok mu?” diye sormaz mı?
“Olmaz mı guzularım, olmaz mı hiç? Bal da var, yağda var, kaymak da var” diye söylene söylene bizimkinin biraz önce sünnetlemiş olduğu bal tasının bulunduğu dolaba doğru yöneldi. Dolabın kapağını açmasıyla ufak bir şaşkınlık yaşaması bir oldu. Dolabın kapağını örttü ve “olma mı guzularım, olmamı heç? Her bişeycikler var evimizde Allah’a şükür” diyerek söylene söylene odadan çıktı. 15–20 dakika sonra kahvaltı sinisiyle birlikte tekrar bizim bulunduğumuz odaya girdi.
Sofrada; köy peyniri, köy yumurtası, tereyağı, çay, zeytin ve benzeri yiyeceklerin yanında orta yerde bir karavana da bal duruyordu. Bal Canavarı arkadaşımızın haricindeki diğer arkadaşlar ve ben birer kaşık ya yedik ya yemedik. Dolaptaki bir tas balı tüketen arkadaşımız sanki ömründe hiç bal yememiş de daha yeni balla tanışmış gibi, kaşıkları arka arkaya karavanaya saldırmaya devam ediyordu. Biz savaşın dolaptaki balla birlikte bittiğini sanırken hâlbuki bu arkadaş ikinci bir cepheyi çoktan açmıştı bile. Tepside bal bitince sofradan geri çekildi ve arkasına yaslanırken “tamam, artık ben bir aylık enerjimi biriktirdim” diyerek “Yarabbi çok şükür” diye ilave etmeyi de unutmadı.
Kahvaltıyı yaptıktan sonra nur yüzlü teyzemizin ellerinden öpüp evden çıktık ve sabahın on birinden gecenin yarılarına kadar arkadaşlarımızla birlikte gezip dolaştık. Hem geziyor hem de ben; “bizim arkadaş biraz sonra kendini çeşmenin oluğuna atacak ve “yandım anam!” çekmeye başlayacak diye beklerken, arkadaşımız ise bırakın “yandım anam!” çekmeyi, bir yudum su bile içmeden, üstelik oflayıp puflamadan bizimle birlikte o kadar yeri gezdi onca zamanı bitirdi ve halinden de hiç şikayetçi değildi. Neredeyse bir tas bal daha olsa; “bana mısın” demeden onu da okutacak enerjiye ve isteğe sahipti.
Ben de dayanamadım ve “beş altı kilo balı bir ayı yese
hararetten yanar, tutuşur da;akşama kadar dağ tepe koşuştururdu” deyiverdim.
O ise hiç üzerine bile alınmadan; “isterseniz gidin şu bakkaldan, dört buçuk kilo kuru üzüm alın, onun da icabına bakıvereyim” demez mi?
Siz siz olun, bal konusunun açıldığı bir mekânda çok dikkatli olun. Etrafınıza göz gezdirin ve “Bal Canavarının” orada olup olmadığından emin olduktan sonra mevzua öyle ortak olun.
“Bal tutan, bal tasını parlatırmış” ne diyelim…