İKİ gün sonra Şeb-i Arus, yani Mevlânâ'nın vefatının yıldönümü...
Devletin zirvesi, Mevlânâ'yı sevenler ve Mevlevî kültürüne merak duyanlar Konya'da biraraya gelecekler. Saatler boyunca Mevlânâ'yı anlatan, daha doğrusu anlattıklarını zannettikleri konuşmalar yapılacak ama aslında hiçbirşey söylenmeyecek, sonra tuhaf bir konser verilecek ve en nihayet lütfedilip adına şimdilerde "sema gösterisi" denen Mevlevî Âyini'ne geçilecek...
Ama âyin senelerdir olduğu gibi "komprime" şekilde okunacak, selâmların güfteleri sadece birer defa icra edilecek. Zira, programda daha önce konuşmalarla ve "dinî musiki olduğu" iddiasında bulunulan tuhaflıklarla vakit harcandığı için âyinin tamamının okunmasına zaman kalmayacak, zaten ziyaretçiler de çok-taaan baygın düşmüş olacaklar!
İŞ DEĞİL, LÂF VAR
Mevlânâ'nın artık tam bir sektör ve mükemmel ticarî bir vasıta haline getirildiğinin herhalde farkındasınızdır... İsmini taşıyan köftecileri, hamamları, seyahatşirketlerini yahut kebapçıları bir tarafa bırakın; Mevlânâ şimdi araştırma ve yazma özürlü ilim fukarasının tepe tepe kullandıkları bir kaynak! Çok sayıda eser vermiş olması ve kendisinden sonra kurulan Mevlevîlik'teki seremoninin gözalıcığı sebebiyle şimdi onu konu alan bol bol yayınlar yapılıyor, konferanslar veriliyor, toplantılar düzenleniyor...
Yayınların neredeyse tamamı "Mevlânâ ve Çocuk", "Mevlânâ ve Kadın" yahut "Mevlânâ ve Aşk" gibisinden ucuz, basit ve sade suya ti-rid karalamalardan ibaret. Bir yanda kitap sahibi olup ismini duyurmaya heveslenenler, diğer tarafta da yayın yaptıklarını göstermek isteyen veya zanneden belediyeler, başka kuruluşlar ve fonlar olunca, ortaya işte bu şekilde dönen ucuz bir çark çıkıyor ve dönüp duruyor...
Önceki nesil, özellikle de Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ'nın bütün eserlerini Türkçe'ye tercüme etmişlerdi ya; o tercümeler artık tek sermaye! Sayfa sayfa alıp metnin yanına da ucuzundan birkaç çizim koydunuz mu iş tamam! Eser sahibi bir "Mevlânâ uzmanı" oluyorsunuz, ilmî bakımdan en özürlüsü ise, gündeme gelebilmek için "Mevlânâ, Moğol ajanıydı" gibisinden abukluklar etmeye çekinmiyor...
Ama ortada bırakın ciddî ve kalıcı bir eseri, yeni yapılmış bir kaynağın tercümesi bile yok! Dışarıda yayınlanmış ana kaynaklar, meselâ gelmiş geçmiş en önemli Mevlânâ uzmanlarından olan rahmetli Firuzanfer'in "Şerhu'l-ebyâtlı Mesnevî"si Türkçe'ye bir türlü çevrilmedi! "Sevâkıb-ı Menâkıb" yahut "Sefine" gibi ana kaynaklar kütüphanelerin raflarında durmada, Tahsin Yazıcı'nın "Menâkıbu'l-Ârifîn" tercümesini ise bulabilirseniz bulun!
Hele semâ! Sadece mistik bir ritüel yahut raks değil bir ibâdet olan semâ, artık çoğu "döner semaye" hâlini almış olan semâzenler sayesinde davetlerin, ziyafetlerin ve sünnet düğünlerinin süsü, ziyneti!
NEREDE BU BOMBA?
Ve, zamanımızın Mevlânâ uzmanlarından son bir inci: Mevlânâ'ya âşık bir Fransız hanım varmış, şimdi hayatta bulunmayan bu hanım "Mevlânâ 20. asrın buluşu olan atom bombasından ve tamamı 1930'larda keşfedilen dokuz gezegenden bundan yüzlerce sene önce haber vermişti" demiş!
Nerede, hangi eserinde? Mevlânâ'nın atom bombasından bahsettiği iddiasını ispatlamak, Fransız hanımın söylediklerini nakledenler için akademik bir namus meselesidir. "Dokuz gezegen" iddiasının tasavvufta ve klasik devir nazariyesinde geçen "dokuz gök" olmadığını göstermek de...
1960'lı ve 70'li senelerde İstanbul'daki önde gelen Mevlevîler'in, Şeb-i Arus törenleri sırasında kendi aralarında yaptıkları bir espri vardı: "Hazreti Mevlânâ, her sene Aralık ayının ilk haftasında 'Anneciğim geldiler, kurtar beni' diye Konya'dan Karaman'a Mâder-i Sultan'ın yanına gider yahut o ayın sonuna kadar Ankara'da, Hacı Bayram-ı Velî'nin yanında kalır" derlerdi.
Şimdilerde sene boyunca yapılanları görecek olsalardı, eminim Mevlânâ'nın artık Konya'yı temelli terkettiğini söylerlerdi.
Murat Bardakçı - Haber Türk