Ahlak ve sosyal adaletin yeterince gelişmediği toplumların en temel problemlerinden birisi de rüşvet ve adam kayırmacılıktır. Bunun ortadan kaldırılabilmesinin bizce üç yöntemi olabilir. Bunlardan birisi çok ciddi bir ahlaki mekanizmanın yani iman şuurunun gelişmesidir. İkincisi ise katı devlet kurallarının oluşması ve caydırıcı cezaların yerleşmesidir. Üçüncüsü ise sosyal adaletin, paylaşımın ve oradaki normların yer bulmasıdır. Bunların üçü de yoksa böyle bir toplumda herkes hem rüşvet ve adam kayırma gibi temel hastalıktan şikâyet edecek hem de yakalayabildiği yerinden nemalanacaktır.
Biz; gelir dağılımının daha kötü, şeffaflığın az ve caydırıcı kuralların yok denilecek seviyede olduğu dönemde en basit işlerin bile rüşvetle halledildiğini biliriz. Afrika ülkelerinde neredeyse bizim için 1 - 2 lira mahiyetinde olan çok basit paralara bile tenezzül edildiğini bilirim.
İşin kötü tarafı, toplumdaki bu kokuşmuşluktan şikâyet ederken bulabildiğimiz köşesinden de yararlanmaya çalışmaktır. Bir hastanede bize verilen muayene veya tahlille ilgili bir randevunun gününü öne aldırabilmek çok hoşumuza gider. Ama biz muayene sırası beklerken aynı yöntemlerle öne geçebilmeyi becermiş bir başkasını gördüğümüzde de sinirden küplere bineriz. Tanıdığım birisinin kızı üniversiteyi bitirdi. Bir üniversite hastanesinde işe girebilmek için epeyce etkili ve yetkili gördüğü insanın kapısını çaldı. Hatta bende bu kapısı çalınanlardan birisi oldum. Sonunda kızı işe giremedi. “Bu ülkede adaletin kalmadığını, Liyakat esaslarına göre yerleştirmenin yapılmadığını, torpilini bulanların işe girebildiğini…” söyleyerek çok da dert yandı. Ben ona bir cevap da vermedim. Versem de anlatmak çok zor olacaktı…
Aracımın muayene tarihi gelmişti. İlgili kurumdan randevumu aldım ve zamanında gittim. Giriş evraklarını tamamlayıp aracımı teslim ettim. Orada çalışan bir başka genç yanıma yaklaşıp “Hocam! hoş geldiniz. Nasılsınız?” dedi. Doğrusu ben onu tanıyamadım. Ama biz alışkınız bunlara… Birisi bize “Hocam!” diye hitap etmişse bir yerde öğrencimiz olmuştur. Herhangi bir yerde eski bir öğrencimizle karşılaşıp onun gülen yüzünü görmek, ayrı ve tarifi zor bir mutluluktur. Kendisine elimi uzattım: “Hocam! Özür dilerim ama bizim burada sizinle tokalaşmamız yasak. Kameralar var…” dedi. Türkiye'de ilk kez duyuyorum böyle bir şeyi ve irkildim. Hafif yan dönerek, “O zaman seninle tanışmamız ve konuşmamız da yasak değil mi?” dedim. “Evet, o da yasak…” dedi. Biraz daha yan dönüp, onun yüzüne bakmadan bir iki cümlelik konuştuk ve ayrıldık.
Doğrusu bana çok enteresan gelmişti. Ülkem adına büyük bir mutluluğu ve memnuniyeti hissettiğimi de söylemem lazım. Burada yapılan iş, önemli… Kendilerine gelen araçların trafiğe uygun olup olmadığına karar verecekler. Benim aracımı adını bilmediğim ve öğrenemediğim bu eski öğrencim kontrol etmemişti. Ama tedbiren ona selam veremeyeceğim, aramızda konuşamayacağız ve bana da herhangi bir iltimas geçemeyecek… Zorumuza gitse de harika bir şey… Bunu görünce “İsteyince başarmak hiç de zor değilmiş…” dedim.
Araçların fenni muayenesi yapan bu kurumlar; yarı resmi, yarı özel kuruluşlar. Burada böyle bir kuralı koymuş ve bunu başarabilmişler. En az bunun kadar kritik öneme sahip başka kurumlarımızda da benzeri bir hassasiyeti başarabiliriz. Her türlü torpil ve iltimasın yok edilebilmesi; bir tarafın bu beklentiyi aklından geçirmemesi, diğerinin de buna imkân vermeyecek bir ahlaki ve vicdani duyarlılığa sahip olmasına bağlıdır. Elbette bu kıvam en güzelidir. Ama bunu başaramıyorsak ve ancak kanun yoluyla önleyebileceksek benzeri kuralları yerleştirmeli ve hepimiz de buna uymalıyız. O zaman kendimizi çok daha mutlu ve güvende hissedeceğiz. Sanırım Avrupa da bu işi böyle başardı. Yoksa çok büyük bir ahlaki duyarlılığa sahip olmalarından değil…
Adamına göre değişmeyen, kişilere göre esnemeyen, güne göre renk almayan kural ve uygulamalarımız; arkadaki kırgınlıkları olabildiğince azaltacaktır. Buna inanmıyorum ki başarabiliriz.
Haydi, bismillah…
Benden hatırlatması… Ben kanun koyucu değilim.