Toplumumuzun en önemli yarası, birbirimizle konuşamıyor oluşumuz. Kimse kimseyle konuşamıyor, konuşulan şey ise ya şiddet dozu yüksek tartışmalar şeklinde cereyan eden marazi durumları resmediyor, ya da lakayt bir vurdumduymazlık şeklinde tezahür ediyor. Konuşmak, anlaşılmak ve anlatmak gayesinin ötesinde anlamları ifade ediyor. Meselelerimizi konuşarak halletmekten çok uzağız. Oysa ki, insanların en büyük meziyetidir konuşmak..
Konuşarak anlaşmak...
İnsanoğlunun diğer yaratılmış olan canlılardan farkı da bu değil midir?
Biz konuşmuyoruz da ne yapıyoruz diyenleriniz olacaktır.
Haklısınız, konuşmuyoruz, çoğu defa kusuyoruz.
Bir sanatçı, kelli felli bir sanatçı, meşhur mu meşhur bir sanatçı, nam-ı diğer lahmacun kralı İbrahim Tatlıses, çalıştırdığı işçileri tehdit ediyor, “sizin beyninizi kurşunla doldururum” diyor. Bunu görüntüleyen televizyon kanalı “Tatlıses çok sinirliydi” diyor.
Sadece bu kadar bir yorum.
Ne kadar basit değil mi bu cümleyi böyle yorumlamak.
Düşünebiliyor musunuz, bu tehditleri savuran adamın milyonlarca sevgilisi var. Bir televizyon kanalından bizlere yansıyan ise çok sevimli, çok masum bir yorum.
Peki, çocuklarımızın hafızalarına kazınan ne? Büyük sanatçı olacaksın ve önüne gelenin beynine kurşun dolduracaksın! Öykündüğü sanatçı profili İbrahim Tatlıses ve onun gibi bir yığın konuşmayan, kusan adam.
Türkiye’de sanatçı olmanın yansıması şöyle: poz verirken, hassas, duyarlı hatta çevreci. Ama bir o kadar da maço, astığım astık, kestiğim kestik. Her ikisi de çok rahat oturuyor bu insanların üzerine. Ve bu kınan bir durum değil, takdir edilen, yüceltilen bir olgu. Kendinden güçsüzleri ezmek, azarlamak, kötü bir Türkçe ile televizyon kanallarında boy göstermek ve bütün bu bayağılıklarla Türkiye’nin bir numaralı sanatçısı olmak hiç de yadırganmıyor.
Sanatçı olmak böyle bir şey. Bu kadar basit bu kadar kolay. Bunun adına da doğallık deniyor bir de utanmadan sıkılmadan.
Tabii ortaya konulan ölçütler sadece İbrahim Tatlıses için geçerli değil. Televizyon kanallarını, medya dünyasını şöyle bir incelediğimizde kimlerden daha çok söz edildiğini ve bu söz edilen sanatçıların ne tür davranışlar sergilediklerini bir düşünün..
Sabah programları, magazinel programlar kimlere ayrılmış, bir göz önüne getirin.
Toplam 3 bin kişi var ya da yok bu camiada. Ben buna “3 bin kişilik sirk” diyorum. Sürekli karşımızda oynuyorlar. Bu 3 bin kişi birbirleriyle evleniyor, birbirlerini aldatıyor, birbirlerinin namusuna halel getiriyor, birbirlerinin dedikodusunu yapıyor. Ve bunları izleyen milyonlar bütün toplumun aynı yapıda olduğunu zannederek öyle davranmaya başlıyor. Sokakta, otobüste, okulda bu oluşturulan sirkin benzerleri etki tepki prensibi çerçevesinde yaratılmaya çalışılıyor.
Ucuz ilişkiler, karmaşık aile yapılarıyla sanat camiası maalesef kokuşmuşluğu sembolize ediyor ve bu sembol neredeyse her evde hiç sorgulanmaksızın seyrediliyor ve daha acısı çocuklarımıza model oluyor.
Sadece sanat dünyası mı bu şekilde karşımıza çıkıyor?
Kesinlikle hayır.
Böyle söylersek onlara haksızlık yapmış oluruz. Sanat dünyası, mafya, siyaset, spor hep bu tarz ilişkiler yumağıyla varlar.
Her gün bir bürokratın, bir milletvekilinin çarpık ilişkilerinin sergilendiği haberlerle gözümüzü açmıyor muyuz? Bu zatların yanında çalıştırdığı kişiyle belki de makamını kullanarak yaşadığı ilişkiler sizce çok mu ahlaki?
Köyden gelen ve üç büyüklere transfer olan futbolcular da aynı manzarayla karşımıza çıkmıyorlar mı? Çoğunun arkasında bir mafya babası yok mu? Kimi defa Milli takımlar, klüplerimiz bu “baba”ların talimatlarıyla oluşturulmuyor mu?
Türkiye maalesef bu kokuşmuşlukları içine sindirecek kadar duyarsız bir halde. Her şeyin mubah olduğu bir sosyal yapıya doğru yol alıyoruz. İçimizden birileri çıkıp “ya bu gidilen yol doğru yol değil” dediğinde ise yüzüne garip garip bakıyoruz.
Çünkü çoğumuzun içinde o “3 bin kişilik sirk” e dahil olma isteği içten içe yanıyor ve “belki bir gün biz de” diyoruz..