Mevlana mutfak sembollerini pek sever. Bütün dünyayı, gökyüzünü ve insan cinsini mutfak; ruhu da tencere olarak görür. Mizahi bir üslupla cinsî birleşmeyi ekmek hamuru yoğurma işine benzetir. Onun imalarından, 13. yüzyılda Konya’da hazırlanan ve bugün hâlâ kısmen yenen yemeklerin hepsinin eksiksiz “mistik bir mönü”sünü çıkarmak mümkündür. Mevlana nezdinde fevkalade önemli olan koku ve koklama kavramlarını içeren şu mısralar:
“Her ham insanın koklamaması için,
Vefa tenceresinin kapağını kapattım.”
İlahi rahmet ona, ziyafette kokusunu aldığı enfes bir yemek gibi görünür. Ancak bu İlahi yemekten bir kaşık almayı denemek istediğinde, İlahi aşçı, kaşığı kafasına indirir; işte böylece o vecde dalar ve kendisinden geçer. Dervişler nezdinde pek sevilen helva ve tasavvufi halin tatlılığını ima ederken de Allah’ı büyük bir helvacı olarak görür. Aşkın değiştirici gücü üzümün olgunlaşması olayını örnek vererek anlatılır. Burada güneş önemlidir:
“Güneş ekşi üzüme dedi ki:
Ben mutfağa geldim ki, sirke satmayasın, tatlılarla alışveriş yapasın!”
Şimdi de tasavvuf pek moda olduğundan bu semboller aklıma geldi. Herkes tasavvuf uzmanı kesildi; ya genetik tevarüs var işin içinde ya da kulaktan çalınmaya “ekşi” dememe hali! Biri sevgilisinin doktora tezinde duyduğu isimlerle tasavvuf satar, kimi babasının anlattığı masallardan, kimi de tasavvuf yazacağım der de döner sorar “Yesevi de kim?” diye... Bunlar medyanın pek bilmiş diye öne sürdüğü nevzuhur ya da neo-tasavvuf erbapları oluverir. Tasavvuf erbabı incinir diye toprağa yumuşak basan ehlinden olup, nevzuhurlar demir bastonla basar da toprağı da gönlü de deler geçer. “Ben” lafından helak olan egosuyla evli bu yeni moda tasavvufseverler popüler dünyanın her dediğine teşnedir ve de meraklı. Acaba fotoğrafım güzel mi değil mi diye uykuları kaçanlar ne de mükemmel tasavvuf dillendirir ama! Sadece güç sahiplerine helva dağıtıp, ekşi yüzlerini ve de korkak hallerini diğerlerine ikram edenler tasavvufun güneşinde kavrulanlar zahir. İlahi terzinin diktiği bol cübbelerde ayakları dolaşanlar öne doğru onları ittirenlerle kendilerini boşlukta bulunca sızlanırlar. Bu dünyanın tüm nimetlerine anında talip olan neo-tasavvufseverler “tasavvuf moda oldu böyle oldu” dedirtiyor insana.
Ancak tasavvuf dünyasını keşfeden ve tasavvufu çok olumlu kullanan son dönem gördüğüm en iyi projelerden biri; “Türk lokumundan Türk tasarımına”ydı.
Mevlevilerde yemeğin hazırlanışı, sofra düzenlemesi ve yemeğin yenmesi bir ritüel eşliğinde gerçekleştiriliyor. Proje, adını dervişleri sofraya çağırmak için kullanılan ve yemeğin hazır olduğu anlamına gelen “somata sala” sözünden alıyor. “Somata sala” fuar izleyicilerine, geleneksel yemek ve ritüelleri, çağdaş sunum ve lezzetlerle tatma şansı verdi. “Somata sala” geleneksel yemekleri ve ritüelleri, çağdaş sunum ve lezzetlerle karmıştı. Gaye Kalavlı, Erdem Akan ve Zeynep Balaban tarafından tasarlanmış üç farklı bölmede, geleneksel yemekler üç farklı sunum ve lezzette sunuldu. Yemek tasarımlarını food art alanında deneyimli şefler Mike Norman ve Dilara Erbay’ın yaptığı projede, geçmişin alçak yer sofraları, yemek adabı ve tatları günümüze uyarlanmıştı. Koku, müzik, lezzet ve tasarımlarla tüm duyulara hitap edecek “somata sala” projesi 3 hücrede 3 farklı tecrübe imkanıydı. Her 3 hücrede, sofrasından yemek servisine, kaşığından garson önlüğüne, yemeğin lezzetinden aydınlatmasına kadar bir dünya kurulmuştu.
Gerçek dervişler ve tasavvuf erbapları bu genç tasarımcılar. Günlük yaşamda kullanılabilir tasavvuf dünyası ve anlayışı kurmak, bunu tüm dünyaya gösterme isteği, en güzel helva deneyimi doğrusu. Boş laflar ve övünmeler yerine bunları çoğaltabilirsek yaşadığımız kültürel dünyayı daha aydınlık ve yaşanabilir kılarız. Çocuk ve gençlere “helva” dağıtıp onların “tatlılarla alışveriş”ini çoğaltırsak, sufilere helva pişiren büyük “Helvacı” dünyamıza biraz alçakgönüllülük, iç dünya zenginliği, içgörü başarısı, kendini dinleme nimetlerini de soframıza koyar inşallah. Hiçliğe övgü düzen sufilerden, en büyük ben’e övgü yağdıranlara dönüşmemek için tasavvuf baharının sırrına ermek lazım. Kar der ki: “Eriyip sel olmak istiyorum, denize aidim, akarak denize dökülmek isterim! Yalnız, hareketsiz oldum, dondum, katılaştım. Talihsizliğin dişlerinde buz gibi gıcırdıyorum!”
Egonuzda donup kalmayasınız dostlar.