“BEYHÛDE SONBAHAR”DA

Seyit Küçükbezirci

“BEYHÛDE SONBAHAR”DA “AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN”

 

 

-Nereden, neresinden başlasam, bilmem?

Çok zamandır, yazmak isterim; Size anlatmak, açılmak isterim. Her seferinde de vazgeçerim. Size bile açılırsam küçük düşeceğimi sanırım, rahatsız edeceğimi sanırım.

Birisi atmış kafadan. İnsan, inanmak zorunda olduğu için dört elle sarılmış, “Dertler paylaşıldıkça azalır” iddiasına.

Hiç aslı yok, dertler paylaşılmaz, paylaşmaya çalışıldıkça çoğalır. Ateş düştüğü yeri yakar. Doğrusu; “-Bendeki yara, sende duvarda”.

Sözü herhalde dağıtıyorum.

Başa dönmeye çalışayım, “meramıma” geleyim.

YAZAR’LA “OKUR” HISIMLIĞI

“Yazar” okuyanı için yazar, onun için düşünür. Onun hissettiklerini hisseder. Onun için dertlenir. Teselli eder, önerilerde bulunur.

Okurla yazar bir gazetede, bir dergide, bir kitapta buluşur. Buluşmaları sıklaşırsa; zaman ilerledikçe buluşmadan duramaz hale gelirlerse bir “hasımlık” başlar aralarında. Gıyabî bir hısımlık.

Bir yanlış şey var.  Nereden çıkmış, nasıl genel kanaat olmuş, anlayamıyorum. Hep “okur”, hep “okur”, hep “okur”.

Peki “yazar”?  Onun kendinden bahsetmek hakkı? Onun kendinden bahsetmek ihtiyacı? Anlıyorsunuz, değil mi?

Çocuklara göre, hani anneler babalar her şeye karşı güçlüdür, korkmazlar, acıkmazlar, susamazlar. Her şeyleri çocuklarıdır, her şeyleri çocukları içindir.

“Okur” da böyle alıştırılmış gibime geliyor.

“Okur”la, beğendiği, daima okuduğu “Yazar” hısımsa; “Okur”a da iş düşer.

Bir şeyler gevelediğimin farkındasınız, “Seyit Bey Kardeşim; tamam ağzında bir bakla var, çıkarabilirsin” dediğinizi hissediyorum.

Okur musunuz, o zaman?

“BURADAYDI DAHA DEMİNCEK / NEREYE GİTTİ BU ZAMAN”

Çağrı’nın Mayıs 2013 sayısı dün çıkageldi. Bu 57 yaşındaki Çağrı’nın 642. sayısı.

Dergide Fatma Bahar Halıcı “Nereye gitti bu zaman” yazısında, Feyzi Halıcı’nın “Zaman” şiirinden bir dörtlük veriyor;

“Buradaydı daha demincek

Nereye gitti bu zaman

Bu kaçıncı erkencedir

Nereye gitti bu zaman”

Feyzi Ağabey “Selçukya’nın Ozanı”. 1924 doğumlu, 89 sularında.

O bile anlayamamış, soruyor; “buradaydı daha demincek / Nereye gitti bu zaman”?

Size soruyorum: -Sahi, nereye gitti bu zaman?

Biliyor musunuz? Ben artık yetmiş bir yaşındayım. Şu son yıllara gelmezden önce pek farkında değildim, yetmişin, yetmiş birin.

Bir de şunu söylemem gerek, biraz sonra yazacaklarımın daha anlaşılır olması için.

Biliyorum, “Okur” olarak çoğunuzla “Gıyabî” tanışıklığımız var;  her pazartesi okuyorsanız beni, “Gıyabî bir hısımlığımız” var.

Ben, “Yazıya müptela” olalı, söylemesi ayıp, “Ellibeş” yıl olmuş. Eğer şu sıralarda ellibeş yaşınızdaysanız, ben yazmaya başladığım zaman doğmuşunuz.

Önceleri, yaşlılara bakarken kuş uçuruyordum; Onlara inanmaları mümkün olmayan iltifatlar ediyordum; O, “Ben yetmişe girdim” derken, ben, “Ohoo, taş gibisin” diyordum. Şimdi, ben de, Feyzi Ağabey gibi; “Nereye gitti bu zaman?” diyorum.

“AH BU ŞİİRLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN”

Lisedeyken, Nihat Sami Banarlı’nın kuşaklar boyu okutulan edebiyat kitabında, Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiirini, ballandıra ballandıra okurduk, sesimize en trajik tonu vererek.

Hiç anlamamışız, Ahmet Haşim’in “Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve, bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak” mısralarındaki gerçeği. Şimdi, tam bu yaşlarda; “Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?” diye soruyoruz.

Yaşınız, sizin de, altmışlardan demir almışsa; samimi söyleyin konumunuz “Semâya ağlayarak bakma” konumu değil mi?

Cahit Sıtkı, 1936’da, ben doğmadan altı yıl önce şu mısraları söylüyor:

“Ne doğan güne hükmüm geçer

Ne halden anlayan bulunur

Ah, aklımdan ölümüm geçer”

Size, taa yazının başında “Yazarın da kendini anlatma hakkı var” derken, bu Pazartesi Yazısı’nın “şahsi” olacağını ima etmiştim. Emin olun, “sır olmak”tan hiç korkum yok; ama insanın doğan güne hükmünün geçmediği sık sık aklıma geliyor.

Cahit Sıtkı’nın “Gün Eksilmesin Penceremden” şiirini Emel Sayın’dan, ya da, Münir Nurettin’den dinleyin bir. Tıraşı nasıl da önüne dökülüyor insanın.

Hani derler ya, şarkı olarak söylenir ya, “Ah şu şarkıların gözü kör olsun” diye. Şarkıların nesi var? Ah şu şiirlerin gözü kör olsun.

İlerleyelim biraz, daha, affınıza sığınarak.

“AH ŞU ŞİİRLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN”

Tam kendinize bir “teselli” bulmuş gibi olduğunuz an; tam bir yere “tutunmak” üzereyken Yahya Kemal’in iki mısraı çıkagelir:

“Hûlyası kalmayınca hayatın ne zevki var?

Bitsin, hayırlısıyla bu beyhude sonbahar”

Anlıyorsunuz, değil mi? Bu “ömür” denilen şeyin “İkinci bahar”ı filan yok. Benim gibi “Yetmişten gün almaya” başladığınız zaman, “BEYHUDE SONBAHAR”a girdiniz demektir.

Ben Yahya Kemal’in şu şiirini cebimde taşıyorum, yetmişten yetmiş bire geçeli.

“Haddimi” bilmek için böyle yapıyorum; “Yalnızlığa sığındığım zamanlar” çıkarıp çıkarıp okuyorum.

Yaşınız “yetmiş”i geçmişse, Siz de benim yaptığımı yapın; altmışlardaysanız, bir kenara koyun, yetmişi bekleyin. Yok, çok çok gençseniz “kulak asma”yın.

Dinleyin Yahya Kemal’i…

DÜŞÜNCE

Ülfet belalı şey, fakat uzlet sıkıntılı,

Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?

 

İnsanlar anlaşıldı. Cihanın da sırrı yok,

Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok

 

En tatlı hayal için atmazdım ufkuma.

Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma!

 

“Yalnız duyan yaşar” sözü, derler ki, doğrudur

“Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur.

 

Gördüm ve anladım yaşam macerasını,

Bakiyse ruh eğer dilemezdim bekasını.

 

Hulyası kalmayınca hayatın ne zevki var?

Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhude sonbahar!

 

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,

Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

 

Dedim ya, “şarkılar” şöyle dursun “Ah şu şiirlerin gözü kör olsun”.

“RÜZİGAR SERT ESİYOR”

Dördüncü Murat, annesi Kösem Sultanı’na şöyle seslenir: “Rüzigar sert esiyor Valide, sert esiyor”.

Kanlıca’nın ihtiyarları gibi, bir bir hatırlamaktayız geçen son baharları.

Mayısta falan olduğunuza bakmayın, “Karakış”ta bizim “öğürler”.

Geçenlerde bir “öğürüm” geldi; yorulmuştu, ırılmıştı, nefes nefeseydi.

“Hayrola? Nereden böyle?” dedim. “Musalla’dan geliyorum; annemin yanında yatmak için boş yer var mı, diye baktım” dedi.

Tamam… Yahya Kemal’in dediği bir değil, bin kez doğru. “Beyhude sonbahar”ı yaşıyoruz.

Ama, yine Yahya Kemal “Ya aşk içinde harap ol, ya şevk içinde gönül” diyor.

Denemeye ne dersiniz? Mecaliniz var mı?

Bilgisayarda “mesaj” yazmayı biliyorsanız; Siz ne diyorsunuz? Lütfen, yazar mısınız?

Yorum Yap
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.